Otoriter iktidarların en temel özelliği budur, iktidarları sırasında tepeden inmeci dayatmanın, tahakkümün nesnellik kazanmasıdır
Bir iktidarın demokratik olarak işleyip işlemediğini gösteren çok temel bazı göstergeler vardır. Eğer siyasi iktidar sahipleri, ihtiyaç olmadığı halde ihtiyaç varmış gibi bir durum ve algı yaratıyorsa, o ihtiyaçla ilgili farklı alternatifleri tartışmak, kapsayıcılık, şeffaflık gibi konuları bir kenara bırakıyorsa, bilin ki anti demokratik bir elitler kitlesi tarafından yönetiliyorsunuz.
Otoriter iktidarların en temel özelliği budur, iktidarları sırasında tepeden inmeci dayatmanın, tahakkümün nesnellik kazanmasıdır. İktidar olduğu için yapar ve yapabildiği için de iktidarını sürdürür. Ortak normları, hukuku, kanunları çoğu zaman herkesi kapsayacak şekilde değil, keyfi olarak, topluluklardan yalnızca bir bölümünü temsil edecek şekilde yapılandırır. Ve otoriter iktidarlar, tercih ettikleri yöntemlerin konuşulmasından hiç hoşlanmazlar, mutlak bir kabul ve boyun eğme beklerler.
Kalkınma, büyüme, yatırım ve son yıllarda da “mega projeler” dendiği zaman toplumun belli kesimlerinde bir heyecan dalgası baş gösteriyor. Bu projelerin ekonomik, ekolojik, toplumsal, sosyal maliyetlerini ve tahribatlarını dillendiren, gündeme getiren herkes de bir şekilde vatan haini, kalkınma düşmanı gibi itibarsızlaştırmalara maruz kalarak hedef gösteriliyor.
Bu girizgahtan sonra lafı, son günlerde yine ısıtılıp önümüze konan Kanal İstanbul projesine getireceğim. Kanal İstanbul’un da içinde yer aldığı mega projeler, AKP’ye yüzde 50’ye yakın oy getiren 2011 genel seçimleri sırasında Erdoğan’ın seçim kampanyasının omurgasını oluşturdu.
O dönemki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından “çılgın proje” olarak nitelendirilerek tanıtılan Kanal İstanbul ve onunla ilintili Yeni Şehir, süreç içinde tamamlanan üçüncü köprü, yapımı devam eden üçüncü havalimanı gibi dev projeler bugün İstanbul’un kentsel gelişiminde belirleyici konumda.
Avrupa’da bu tür projeler için, “Unneccessary imposed mega projects” yani “Dayatılmış lüzumsuz mega projeler” tanımı kullanılıyor. Genellikle merkezdeki iktidar tarafından tepeden inme şekilde gündeme getirilen bu projelere aslında “çılgın” demek, iktidarın argümanına su taşımak demek…
O sebeple, kontrol edilebilirlik sorunu olan, hangi finansman modeliyle kim tarafından yapılacağı şeffaflıktan uzak, mimari tasarımı tartışmalı, ÇED süreçlerinden bölgenin ekolojik, ekonomik ve sosyal hayatına varana kadar etkileri ölçülmemiş projelere “çılgın” demek iktidarın bir nevi algı oyunu.
Birkaç gün önce Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, Kanal İstanbul Projesi’nin güzergahının netleştirilmesi ve kesitlerinin ortaya konması için etüt proje sözleşmesinin imzalandığını söyledi. Bakan, birkaç hafta önceki başka bir konuşmasında, “Kanal İstanbul’un müteahhitlik sektörünün pik noktası” olacağını söyleyerek, aslında gerçek niyeti ortaya koymuştu. Kanal İstanbul, bir suyolu projesi olmaktan çok artık arazi yaratılamaz hale gelmiş İstanbul için yeni bir emlak ve inşaat hamlesi yaratma niyeti taşıyor. İstanbul’un kent rantını genişletmek için kurgulanıyor.
Dolayısıyla, Kanal İstanbul’u sadece Karadeniz ile Marmara arasında yeni bir suyolu projesi olarak değil, İstanbul’un geleceğini değiştirecek büyük bir kentsel proje olarak görmek lazım. İstanbul’un doğal yapısını değiştireceğini, yeni yerleşimlerle nüfus hareketlerini arttırıp, kenti daha da yönetilemez hale getireceğini bilmeyen kalmadı. Ancak, hafızalarda yer etmiyor, çabuk unutuluyor, o sebeple sıklıkla tekrar etme ihtiyacı doğuyor.
Kanal İstanbul Projesi, hayata geçirildiği takdirde İstanbul ve çevresinin su kaynaklarını bitirecek, deniz ekolojisini bozarak canlıların yok olmasına yol açacak, tarım ve orman arazilerini olumsuz etkileyecek.
Çok özetle hatırlatmak gerekirse proje gerçekleştiğinde,
Marmara Denizi ölü bir denize dönüşecek.
Balık göç yolları ve kışlama alanları tamamen değişecek.
İstanbul’un ortasında, Trakya ve İstanbul Boğazı’nın arasında oluşacak ada, yeni köprü, su ve elektrik hatları gerektirecek. (Kanal İstanbul’un oluşturulması için toplam 2.7 milyar metreküp hafriyatın çıkarılacağı, bu hafriyatın değerlendirilmesi için de, Marmara ve Karadeniz’in çıkış noktalarına yapay adalar kurulacağı belirtilmişti)
Kanal İstanbul ile İstanbul Boğazı arasında kalacak adanın, Trakya ile bağlantısı kesilecek ve adadaki tatlı su kaynakları zamanla denizin tuzlu suyu ile dolacak.
Ciddi ekonomik riskler oluşacak. Zira, İstanbul ile ilgili hiçbir master planda yer almadığı için projenin maliyeti 15 milyar dolar olarak açıklansa da, 50 milyar dolara çıkabilecek.
Bunlar öngörülebilen etkileri, tahmin edilemeyen pek çok etkiyi de İstanbul ve çevresi, bizzat yaşayarak deneyimleyecek. Çünkü, projenin hiçbir konuda bilimsel etki analizi yok, şeffaf bir süreç yok, konunun taraflarıyla tartışma ortamı yok.
WWF Türkiye’nin “Ya Kanal Ya İstanbul” başlıklı raporunda, projeyle ilgili “Kanal İstanbul, yalnız devasa bir yatırım değil aynı zamanda yüzyıllara dayanan geçmişinden bugüne kadar İstanbul doğasının karşı karşıya bulunduğu en büyük mühendislik operasyonu. Karadeniz, Boğazlar, Marmara ve Kuzey Ege gibi geniş bir coğrafyada çok boyutlu etkileri muhtemel böyle bir proje için “ne pahasına” sorusunu sormak aklın gereği. Projenin çok boyutlu ve karmaşık sonuçlarını önceden kestirmek, çok sayıda faktörü dikkate alması gereken bilim dünyası için bile bilinmezliklerle dolu” denmişti. Gerçekten ne pahasına?
İşin bir diğer belirsizliklerle dolu kısmı da nasıl finanse edileceğiyle ilgili…
Kim gerçekleştirecek bu devasa Kanal İstanbul projesini? Bir kamu yatırımı olarak mı yapılacak, yoksa yerli-yabancı ortaklı bir konsorsiyumun yapımını, finansmanını yükleneceği bir yap-işlet-devret modeli ile mi gerçekleşecek? Proje, bugüne kadar seçim meydanları malzemesi edilmekten realiteye geçemediğinden bunlardan habersiziz. Türkiye ekonomisinde bir zaman sonra kara delik haline gelmesi şimdiden kaçınılmaz duruyor.
Kamuoyunda yönetimi devredilen kamu kuruluşlarının varlıklarının ne şekilde kullanılacağına yönelik belirsizlikler olması, denetiminden ve şeffaflıktan uzak tutulması açısından çokça eleştirilen Varlık Fonu kaynağının ilk aktarılacağı projenin Kanal İstanbul olacağı belirtilmişti. Zaten, Varlık Fonu’nun kurulmasına dair gerekçeler sıralanırken, kanunda yer alan “Otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu arttırılmadan finansman sağlanması” maddesi özellikle çok tartışılmıştı.
Bakan Arslan, Varlık Fonu’nun kuruluşundan bir süre sonra yaptığı bir açıklamada, Kanal İstanbul projesinin finansmanı için Varlık Fonu’na başvurmadıklarını söylemişti. Bu ne kadar gerçekçi bilmiyoruz, tekrar edelim: Çünkü süreç opak, şeffaflıktan ve hesap verme süreçlerinden uzak işliyor.
Yurtdışındaki bankalar, uluslararası finansal kuruluşlar, bu tür projelere gerek risklerinin yüksekliği, gerekse çevresel anlamda olumsuz etkileri sebebiyle finansman aktarmıyor. Yerli bankaların parasal kaynakları da bu projeleri fonlamak için yeterli değil. Dolayısıyla, yağmalanacağı endişesi taşınan Fon’un kritik icraatlarından birinin Kanal İstanbul’a kaynak aktarmak olması endişeleri haklı çıkaracak mı göreceğiz.