TÜRKİYE ÇEVRE HAREKETİ HALKLAŞIRKEN
TMMOB’a bağlı odalar, KESK ve DİSK’e bağlı sendikalar, çevreci kurumlar, demokratik kitle örgütleri ve bireylerden oluşan Beyazadımlar Platformu tarafından TMMOB Çevre Sempozyumu’na sunulan “Türkiye Çevre Hareketi Halklaşıyor” başlıklı bildirinin üzerinden iki yıl geçti. Bildirideki tespitlere hareketin geçmiş iki yıllık pratiği ile yeniden bakmak ve çevre hareketinin ileriki yıllarda gündemine alacağı muhtemel politik eksenine katkı sunacağı düşünülen belli konu başlıklarını önermek bu yazının asıl hedefini oluşturuyor. En azından çevre hareketi içinde fikri takip yapmanın kendi geleneğini yaratmasında önemli bir işlev göreceği düşünülmektedir. Aşağıda yazılanlar, Türkiye Çevre Hareketi Halklaşıyor bildirisinin devamı olarak anlaşılabilir. İlk metinde hareketin mevcut sorunlarını aşmasında yardımcı olacağını varsaydığımız önerileri, aradan geçen sürede yine hareketin kendi deneyimi içerisinde kısmen sınama şansı oldu. Önceki metinle bu metin arasında tekrarların bulunmasının nedeni, eylem içinde karşılık bulan bu önerilerin bir kez daha altını çizmektir.
Metalurji Mühendisleri Odası’nın da aktif katılımcısı olduğu Beyazadımlar Platformu’nun ismi, Türkiye kamuoyunda çok öne çıkmasa da, platformun emekten yana açık tavrı nedeniyle diğer çevre mücadelesi veren yapılar arasında daha özgün bir yanı var. Platformun adının çok öne çıkmamasının nedeni, Türkiye’nin dört bir yanında filizlenen yerel ve çoğunluğu köylü tabanlı çevre hareketlerini Türkiye’deki çevre mücadelelerinin asıl öznesi kılmak konusundaki bilinçli tercihidir. Bu tercihinin sonucu olarak platform, TMMOB Çevre Sempozyumu’na sunduğu bildirisinde, yaşanan ekolojik yıkıma, sorunun asıl muhataplarının ülkenin dört bir tarafında filizlenen yerel direniş odakları ile yanıt vermeye başladıklarını, çevre mücadelelerinin halklaştığı, kitlesel ve politik bir muhtevaya kavuşmaya başladığı bir sürecin kapısının aralandığına dikkatleri çekmeyi amaçladı. Bir olgu olarak üzerine konuşmaya başladığımız yerel çevreci halk hareketlerindeki artış devam ediyor. Yani çevre hareketlerine her gün yeni halkalar ekleniyor. “Türkiye Çevre Hareketi” tanımlaması, bu bildiriden sonra pek çok makale ve söyleşide farklı kesimlerce de kullanıldı. Çevre mücadelelerinin siyasal boyutunu kavramamakta ısrar eden Türkiye’deki alışılagelmiş verili çevreci anlayışı ise genel bir “sistem içi çevrecilik” kategorisi içinde tanımlamaya devam ediyoruz.
“Türkiye Çevre Hareketi”, üzerine konuşulurken bir özlemi ve temenniyi dile getirmekten daha güncel ve acil politik gündemlere ihtiyaç duyduğu bir olgunlaşma eşiğine erişiyor. Çevre mücadeleleri, kendi özerk dinamikleri üzerinden siyasal bir mücadele alanı olarak şekillenirken; çevre sorunlarının kapitalizmle ve sınıf mücadelesi ile olan bağını daha fazla kuruyorlar. Harekette belirginleşen antikapitalist tutum ve Bergama’ların çoğalması, analizimizin iki ana başlığını oluşturuyor.
ANTİ-KAPİTALİZM
Türkiye Çevre Hareketi, çok sayıda miting, eylem, panel ve sempozyumla son yıllarda artan bir dinamizmle büyümeye devam ederken, hareketin taleplerinde daha güçlü bir antikapitalist vurgunun öne çıkmaya başladığı görülüyor. Küreselleşme ve ekolojik sorunların “kriz” nitelemesini hak edecek bir düzeye gelmesi ile kapitalizm-ekolojik sorunlar ilişkisi, insanlık açısından daha elzem çözümleri dayatan yeni veçheler kazanıyor.
Sanayi Toplumu eleştirisi üzerinden şekillenen geleneksel çevreci akımlar, 1960’lı yılların sonundan başlayarak çevre sorunlarının kamuoyunun gündemine taşınmasında önemli katkılar sağladılar. Geleneksel Yeşil Hareket’in modern sanayi toplumlarının iktidar ve tahakküm ilişkilerine dair geliştirdiği eleştirel birikim yadsınamaz. Fakat Yeşil İdeoloji’nin, Soğuk Savaş döneminin politik iklimi içinde, endüstriyalizm eleştirisi üzerinden sosyalist ve kapitalist sistemi çoğu zaman aynı kefeye koyması, çevreci hareketlerin kapitalizm ile ekolojik sorunlar arasındaki tarihsel ilişkiyi yeterince irdelememelerine neden oldu. Türkiye’de ise özellikle solun ve toplumsal muhalefetin ezildiği dönemlerde gelişen çevrecilik, Avrupa’daki örneklerine kıyasla, geleneksel sınıf hareketiyle arasına daha fazla mesafe koyan bir rotada ilerledi. Bu bakış açısının yarattığı alışkanlıkla, çevre mücadeleleri toplumsal muhalefetin diğer bileşenleri ile bir araya gelemediği gibi, çoğu noktada apolitik tutum alan bir çevre mücadelesi geleneği de yaratıldı. Son on yılda ise Yeni Toplumsal Hareketler arasında ele alınan bu geleneksel çevreci akımlarla sınırlı kalmaksızın, çevre mücadelelerinin toplumsal tabanında ve içeriğinde önemli dönüşümler yaşanmaya başladı. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çevre mücadeleleri, emekçi karakteri kazanmaya ve sanayi toplumu eleştirisi ile sınırlı kalmayan bir antikapitalist politik muhtevaya bürünmeye başladı.
Kapitalizmin krizinin yeni boyutu, kapitalizmle pek derdi olmayan sistem içi çevreciliğin ekolojik krizi anlamak için ihtiyaç duyulan bütünlüklü bir analizi gözden kaçırmasına neden oluyor. Tarihte Sümer, Mısır, Maya v.b. uygarlıkların ekolojik nedenlerle sona erdiği bilinmekle birlikte gerçek anlamda çevre sorunlarının gündeme gelmesi, on dokuzuncu yüzyılda kapitalizminin gelişmesi ve Sanayi Devrimi ile oldu. Tarım alanlarının tahrip edilmesi, GDO’lar, iklim değişikliği, kuraklık, susuzluk, açlık ve gıda güvenliği, atıklar, kentleşme sorunları ve sayılabilecek diğer ekolojik sorunlar, çevreciler tarafından keşfedildikten sonra ortaya çıkmadı. Yeni gibi görünen başlıca çevre sorunlarının temeli, iki yüzyıl önce sanayi kapitalizminin üretim ölçeğinde yarattığı patlama sonucu, insanın doğaya müdahale kapasitesinde yol açtığı muazzam artışa dayanıyor. Bugünden bakıldığında ekolojik kriz ile kapitalizm arasındaki bağın, tarihsel bir eşzamanlılığın ötesinde bir neden sonuç ilişkisi olduğu daha net görünüyor.
Ekolojik krizin tarihsel köklerine inmek ve bütünlüğü içinde ele almak, çevre hareketine de besleneceği tarihsel bir mücadele geleneğinin olduğunu gösteriyor. Türkiye Çevre Hareketi halklaşırken, çevre mücadelesi ile toplumsal muhalefetin tüm kesimlerinin buluşmasına da yol açıyor. Yaşanan toplumsal dönüşümün politik açıdan geleneksel çevreci akımlarla bir kopuşa mı yoksa topyekûn bir dönüşüme mi yol açacağı henüz belli değil. Türkiye’de sermayenin ve devletin yedeğinde bir çevreciliğin de varlığı kesin olmakla birlikte, sistem içi çevrecilikle ihtiyaç duyulan ayrışma zemini pratikte yeterince açığa çıkmış değil. Ancak ideolojik-siyasal düzeyde sermayenin ve onun devletinin çevreciliği ile ayrışmak artık kaçınılmazdır. “Türkiye Çevre Hareketi Halklaşıyor” tespiti; çevre hareketinin toplumsal tabanındaki dönüşümle birlikte yaşanmaya başlayan bu ideolojik-siyasal ayrışmaya da işaret ediyor.
Hangi ekolojik sorunu ele alırsak alalım, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de tutarlı bir antikapitalist politik duruşa sahip olunmadan çevre mücadelesi verilemeyeceği artık ortaya çıkmıştır. Türkiye Çevre Hareketi’nin deneyim alanından çıkarttığımız notlara geçmeden önce kapitalizm ile ekolojik sorunların belli başlıkları arasındaki ilişkiyi tarihsel bir süreklilik içinde özetlemeye çalışalım.
Tarım
Tarımının sermayenin tercihleri doğrultusunda çökertilmesi, tek başına bütün çevre sorunlarını kapsayacak kadar yaşanılan ekolojik krize karşı hem ideolojik hem de pratik mücadelenin odağında olması gereken bir konudur. Diğer tüm ekolojik sorunlar gibi tarım alanında yaşananlar, kapitalist üretim sisteminin tarihsel gelişimi ile doğrudan ilişkili sorunlardır. Kapitalizm tüm zenginliklerin kaynağı olan iki üretken gücün; toprağın ve emek gücünün yağmalanması üzerine kurulup gelişti. Kapitalizmle birlikte tarımsal alanlar çiftliklere dönüştürüldü ve tarım endüstrileşti. Köylüler, ücretli köleler olarak kentlerdeki ucuz işgücü ihtiyacını karşılamak için kırdan kente göç etmeye başladılar ve her geçen gün büyüyen şehirler, gelişen kapitalizmin göstergesi oldu. Şehirlerin kıyısında yaşamaya başlayan emekçi yığınları, kötü yaşam koşullarına ve köle gibi çalıştırılmaya katlanmak zorunda bırakıldılar. Büyüyen kentleri beslemek için topraktan daha fazla ürün elde etmek kaçınılmaz hale geldi. Toprağın doğal çevrimi bozulurken kentler; fabrikalar, hava kirliliği, asit yağmurları ve atık sorunları ile birer kirlilik kaynağına dönüştüler. Marks’ın “metobolik yarılma” kavramıyla açıkladığı bu çelişki, toprağın ihtiyaç duyduğu besleyicilerin yeniden toprağa dönmesini sağlayan doğal çevriminin bozulmasını da anlatıyor.
J.V.Liebig, 1840 yılında yayınlanan “Tarımsal Kimya” adlı eserinde; toprağın veriminin, yapısındaki azot, fosfor ve potasyumun kimyasal özelliklerden kaynaklandığını ve bu varlıkların toprakta sınırsız olmadığını bilimsel olarak ortaya koymuştu. Liebig, topraktaki aşırı üretimin verimliliğinin azalmasına yol açtığını tespit ederek tarım kimyasının gelişmesine de öncülük etti. Liebig’in öncülük ettiği bilimsel gerçeklerle topraktaki aşırı üretime bir sınırlama getirilmemekle birlikte tarım kimyası hızla gelişmeye başladı. Batı’daki endüstrileşmekte olan kapitalist ülkelerde büyük fosfat fabrikaları kuruldu. Kısa vadede bu sayede tarımda yüksek verim artışları elde edildi. Topraktaki diğer minarelerin sabit kalması nedeniyle tek bir besleyici artışının yol açtığı kısa vadedeki üretim artışı, yerini daha şiddetli verim kayıplarına bıraktı. Fosfordakine benzer bir süreç potasyumda da yaşandı. Peru başta olmak üzere doğal gübre açısından zengin olan her adanın ve ülkenin sömürgeleştirilmesi yarışı bu sürece eşlik etti. Yirminci yüzyılın başında ise yapay azot gübresi olarak nitrat, Alman savaş endüstrisinin bir yan ürünü olarak keşfedildi ve tarımda yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Yirminci yüzyıl boyunca ortaya çıkan aşırı nitrat kirliliği, tarım alanlarını yok eden başlıca etken oldu. Kapitalizmin büyüme hastalığı ve “üretmek için üretmek” anlayışı, kendi birikim rejiminin karşısına çıkan tüm engelleri, doğada daha fazla yıkıma yol açarak ama hem emek gücünü hem de toprağı daha fazla soyarak, toprağın doğal çevrimini bozarak ekolojik krizi derinleştirmeye devam etti. Doğal ve sentetik gübrelerle bu çevrimin dışarıdan desteklenerek sağlanmaya çalışılması, sorunu daha da büyüttü. Kent-kır çelişkisi ise özünde kapitalist tarımın sürdürülemez oluşunun en somut nedenidir. Tarım alanları yok olurken, kentler birer atık fabrikasına döndü ve açılan metabolik gedik büyümeye devam etti.
Üretim ölçeğinde teknolojik yeniliklerle elde edilen büyüme daha büyük tarımsal üretim kapasitesi ortaya çıkartsa da; dünyada açlık ve yoksulluk kapitalizmle birlikte artmaya devam etmektedir. GDO teknolojisi de tarımdaki bu doğal ve sentetik gübreler başlayan sürecin devamıdır. Yeni Malthusçular’ın açlık ve yoksulluğa çare bulma vaadiyle pazarladığı bu teknoloji, dünyadaki gıda sorununu çözmek yerine daha arttıracaktır. Açlık ve yoksulluğunun çözümünün teknolojik icatlarla değil, adil bölüşüm sorununun giderilmesi ile ortadan kaldırılacağı, bunun için de kapitalizmle hesaplaşmak gerektiği gerçeği bir kez daha karşımıza çıkıyor.
19.yüzyılda -kabaca özetlenecek olursa- Malthus, besin maddelerinin aritmetik, nüfusun ise geometrik olarak arttığı görüşünü ileri sürerek yoksullara yapılacak yardımlara karşı çıkmıştı. Malthus’un 1798’de yazdığı “Nüfus Üstüne Deneme” adlı çalışmasında derlediği bu görüşleri, Roma Kulübü tarafından Çevre Hakkı’nın BM tarafından kabul edildiği 1972 yılında yapılan Stokholm Konferansı’na hazırlık amacıyla yayınladıkları Büyümenin Sınırları Raporu’nda, GDO’lara da ideolojik meşruiyet zemini sundu. Malthus’un öngördüğü kıtlık, yeni sömürgelerin keşfi ve tarım teknolojisindeki kapitalist keşiflerle gerçekleşmese de, Yeni Malthusçular tarafından aynı kıtlık beklentisi gerekçesi ile GDO’lar savunuluyor. Ancak bu defa dünyada keşfedilecek yeni sömürgeler yok. Kapitalizmin ayakta kalabilmesi için var olan toprakların ve emekçilerin daha fazla sömürülmesi gerekiyor.
GDO’lu tohumlar, toprakta yüksek verim artışlarına neden olurken kısa sürede toprağın çoraklaşmasına yol açıyor. Tohum üzerindeki patent hakları ile sermaye tarımı tamamen kendi denetimine alarak yoksul ülkeler ve küçük üreticiler, uluslar arası tarım tekellerinin insafına terk ediliyor. GDO’ların canlıların genleri üzerinde yarattığı etkinin besin zinciri yoluyla yol açacağı ekolojik tehlikeler de ortada. Bu sefer kemik ve nitrattan farklı olarak GDO’lar yeryüzünde sınırını kendilerine sahip şirketlerin bile kestiremediği büyük ekolojik yıkıma neden olmak üzere. Geleneksel tarım ve tıp bilgisi göç ve endüstrileşme ile yok ediliyor. Geleneksel kültür ve ziraat bilgisi hiçleştiriliyor. TRIP anlaşmaları ile yerel halkların geleneksel tarım ve tıp bilgisi tarım ve ilaç tekelleri tarafından gasp ediliyor. Biyoçeşitlilik yok edilerek gen kaynakları şirketlerin ARGE’lerinde toplanıyor. Bilgi şirketlerin tekeline geçiyor. Enerji elde etmek için biyolojik yakıtlara yönelinmesi, gıda güvenliğine açık bir saldırıya dönüşüyor. Zenginlerin arabaları için yoksulların gıdaları ellerinden alınıyor. Endüstriyel tarım, yüz binlerce dönümlük plantasyonlarda üretim yaparken kendi kendine yeterliliğin ortadan kalkması anlamına geliyor. Endüstriyel tarım; kuş gribi, Sars gibi salgın hastalıkların ortaya çıkmasında ve yayılmasında da başlıca etken. Açlık ve diğer ekolojik sorunlar nedeniyle dünyada büyük nüfus hareketleri ve kentlerin etrafında kötü yaşam koşullarında ayakta kalmaya çalışan yoksul kitleleri oluştu. Bu insanlar 1850’li yıllarda Londra’da yaşayan işçilerden daha kötü koşullarda günlük bir doların altında ücretlerle iş bulmaya çalışıyorlar.
Monsanto, Cargill, Sygenta gibi tarım şirketleri eliyle doğayla uyumlu geleneksel tarım yok edilirken aynı şirketler eliyle organik tarım şirketleri kuruluyor ve toprağından sökülen köylü bu ürünleri alamıyor. GDO’lu ürüne muhtaç hale geliyor. Kanser ilacı üreten şirketin dünyada kanserin artmasına neden olması örneği sermayenin ürettiği tüm teknolojiler için geçerli hale geliyor. Köylüler, sözleşmeli tarımla kendi topraklarında ucuz iş gücü olarak çalıştırılıyorlar. Köylülerin çok azı, ya topraklarını, su kaynaklarını yok eden barajlarda ve maden şirketlerinde her türlü güvenceden yoksun olarak iş bulabiliyor. Çoğunluğu ise şehirlerde her geçen gün yaşamanın zorlaştığı, iş güvencesinin yok edildiği şartlarda, ucuz iş gücü olarak sermayenin ihtiyacına koşuluyorlar. Sermaye bir yandan toprağı kullanılmaz hale getirirken küresel ısınma gibi ekolojik sorunlar nedeniyle ortaya çıkan kuraklık ve susuzluktan karını daha da arttırmaya çalışıyor. Türkiye’de pirinç kıtlığı yaşanırken, Akdeniz açıklarında bekletilen pirinç yüklü gemiler bunun kanıtlarıdır. Dünyadaki açlık, gıda kaynaklarının yetersizliğinden değil, adil bölüşülmemesinden kaynaklanıyor.
Enerji
Kapitalist sistemde gelişmişlik kriterlerinden hiçbiri, enerjinin sahip olduğu üstünlüğü tahtından indiremedi. Enerji her zaman güç ve teknolojik gelişmenin başlıca göstergesi oldu. Tarım ve gıda krizinde olduğu gibi enerji sorunu da kapitalizme içsel ve kendi gelişim seyri içerisinde yeni ve ekolojik açıdan daha yıkıcı sonuçlar doğuran bir niteliğe erişti. Yeşil Hareket’in ortaya çıkmasında önemli bir yer tutan Nükleer enerji sorununa bütünlük içerisinde yaklaşıldığında nitrat ve GDO arasındaki sürekliliğe benzer biçimde on dokuzuncu yüzyılda kömür etrafında dönen tartışmanın, bugünkü nükleer enerji tartışmalarının da tarihi olduğu görülmektedir.
Malthus’un nüfus teorisini kanıtlamak için mısır ile ilgili görüşlerini kömüre uyarlayan W.S.Jevons, Britanya’nın sanayi gelişiminin ucuz kömüre dayandığını ve kömürün, daha derindeki damarların çıkartılmasıyla birlikte artan maliyetinin ekonomik durgunluk yaratacağını ileri sürüyordu. 1865 yılında “Kömür Sorunu” adlı çalışmasında ortaya attığı ve “Jevons Paradoksu” olarak bilinen bu teoriye göre; herhangi bir kaynağın daha verimli ve etkin kullanılmasını sağlayacak yeni bir teknolojinin geliştirilmesi, o kaynağın daha az kullanımına değil, aksine daha fazla kullanımına yol açacaktır. Bu da etkinliklerdeki iyileştirmelerin genişleyen bir üretim ölçeğine neden olmasından kaynaklanmaktadır. Jevons, “Yakıtın ekonomik kullanımının azalan bir tüketimle eşit olduğunu varsaymak tam bir fikir karmaşası” diye yazmaktadır. Buhar makinesi geliştikçe kömüre olan talep azalmamış artmıştır. Aynı şekilde otomobil sanayinde enerjinin daha etkin kullanılması, otomobil sayısında daha fazla artışa neden oldu. Yakıt açısından daha verimli taşıtların geliştirilmesine rağmen otomobil merkezli bir kent yaşamı, buna bağlı olarak daha fazla taşıt yolculuğu ve toplamda daha yüksek petrol kullanıldı. Benzer şekilde soğutma teknolojisinin gelişmesi de daha çok ve daha büyük buzdolaplarına yol açtı.
Malthus’un kanıtlarının yeni sömürgelerin keşfi ve tarım teknolojisindeki gelişmelerle çökmesi gibi Jevons’un görüşleri de kapitalizmin ihtiyaç duyduğu enerjiyi kömürün yanında petrol ve hidroelektrik enerjisi girdileriyle desteklemesi sonucu salt kömürden kaynaklanan bir ekonomik durgunluğun gerçekleşeceği öngörüsünü çürüttü. Ancak kapitalizm, bir enerji ekonomisi olma niteliğini petrol ve enerji savaşları ile yaşanan nükleer facialara karşın arttırarak sürdürüyor. Enerjinin sistemin varlığı için başat rolü nedeniyle; enerji konusunda sermayenin denetim çabası siyasal rejimlerin gittikçe otoriter ve anti demokratik bir hal almasına yol açıyor. Bugün nükleer ideolojiye karşı çıkmak için yarattığı tehlikeler yanında tek başına anti demokratik niteliği yeterli bir gerekçe oluşturmaya yeter. Nükleer silahlar bir yana üretilen enerjinin denetimi ve kontrolü nedeniyle nükleer santraller her zaman güçlü, merkezi ve otoriter rejimlerle hayata geçirilebiliyor. Sermayenin aşırı merkezileşmesi, üretim sürecinin gittikçe büyüyen ölçek sorunu ve büyük enerji girdilerine olan ihtiyacı, kriz derinleştikçe var olan enerji kaynaklarını denetlemek ve büyük nükleer santral projelerini hayata geçirebilmek için merkeziyetçi ve otoriter rejimlere daha fazla ihtiyaç duyuyor. Türkiye’de de nükleer santral projeleri, rejimin anti demokratik uygulamaları ile at başı gitmektedir. Nükleer teknoloji, enerji ihtiyacını karşılaması yanında büyük miktarlarda sermaye gerektirmesi, piyasa oyunlarına elverişliliği ve nükleer silahlarla diğer enerji kaynakları üzerinde denetim sağlama olanağı yaratması açısından var olan krizde artan bir öneme sahip oluyor.
Tarım ve enerjideki teknolojik gelişmeler, teknolojinin tarafsızlığı üzerinden geliştirilen endüstriyalist bakış açısının gizlediği gerçekleri de açığa çıkarıyor. Şirketlerin üniversiteler ve ARGE faaliyetleri ile bilimi temellük etme çabaları yanında sermayenin üzerinde mülkiyet kurmasına olanak tanımayan hiçbir teknolojinin rağbet görmesi mümkün değil. Buhar makinesinin teknolojik evrimi tam da özel mülkiyete göre biçimlendirilmiştir. İki yüz yıl önce bulunan güneş pillerinin geliştirilmemesinin nedeni, bu teknolojinin özel mülkiyete olanak tanıyacak bir teknolojik sunumunun şimdiye kadar yaratılamamış olmasıdır. Kömürün ikamesi olarak geliştirilen hidroelektrik enerjisi, yenilebilir özelliklerine rağmen, baraj projelerinin kurulduğu yörelerde yok ettiği tarım alanları ve hidrolik döngüde yol açtıkları bozulma nedeniyle sermayenin elinde ekolojik açıdan zararlı projeler haline gelmektedir. Yarın güneş ve rüzgar enerjilerinin aynı akıbete uğramayacağının hiçbir garantisi yok. Kapitalizmde seçilen teknolojiler, emeğin ücretli emek halinde ve doğal varlıkların kar ve piyasada mübadeleye olanak vermesi şeklinde daha fazla sömürülmesine olanak verdiği ölçüde gelişebilmiştir. Fabrikada işgücünün disiplin ve hiyerarşi ile organizasyonunun kendisi de bir teknoloji olmak üzere, sömürü ve şiddet kapitalizmde bir arada olmaya devam ediyor. Sermayenin aşırı merkezileşmesi gibi, sanayi tesislerinin ölçek sorunu ve büyük enerji girdilerine olan ihtiyacı göz ardı edilmemelidir. Rüzgar ve güneş gibi alternatif enerjilerin yenilenebilir potansiyeli mevcut şirket güdümlü teknolojiler içinde ekolojik krize çözüm bulabilmeleri için herkes tarafından kullanılabilir, kolay ve yerinde denetime, kendi kendine yeterliliğe uygun olması gerekir. Emekçilerin denetim ve karar alma süreçlerine katılım talebi olmadan, sermayenin memurluğunu yapan hükümetlerin elindeki rüzgar ve güneş enerjisi ile elektik üreten teknolojilerin, bir sihirli değnek gibi enerji sorununu kendiliğinden çözmesini beklemek aşırı saflık olur.
İklim Değişikliği
Şiddetli kasırgalar, yüz binlerce can alan seller, gıda güvenliği ve kitlesel açlık tehlikesi ile ilgili felaket haberleri rutin hale geldi. Kuraklık ve okyanus seviyelerinin yükselmesi sonucu muhtemel büyük göç hareketleri sinyallerini vermeye başladı. Kanamalı Kırım Kongo virüsü ile başlayan sıtma, kolera ve daha pek çok ölümcül salgın hastalık, toplumun özellikle en yoksul kesimlerini vuruyor. Jeopolitik açıdan iklim değişikliğinin yaratacağı sonuçlar, dünya haritasında önemli değişikliklere gebe görünüyor. Dünyanın emperyalist sömürü altında açlık ve yoksulluğa terk edilen ülkeleri, şimdi de ekolojik bir sömürü dalgası ile karşı karşıyalar.
Ekolojik sorunlar arasında en yeni görünen küresel ısınma sorunu dahi 1824’de Mısırlı bilimci, siyasetçi, hekim, matematikçi Joseph Fourier tarafından öngörülmüş ve “sera etkisi” olarak adlandırılmıştı. Tarihsel açıdan kapitalizmin eğer dur denilmezse insanlığı gezegen düzeyinde bir yok oluşa sürüklediği yeni bir evreye gelindiğinin en büyük kanıtı da iklim değişikliğinin nedenleri ve çözüm çabaları konusunda sermayenin tavrıdır. Tek başına dünyadaki sera gazlarının dörtte birini üreten ABD’nin Kyoto Protokolü’ne karşı tutumu ve Kyoto sürecinin bir aldatmaca ve neoliberal sahtekarlığa dönüşmesi, anti-kapitalist olunmadan ekolojik krizle baş edilemeyeceğinin en açık kanıtıdır. Havayı metalaştıran, karbon borsaları yaratan ve yoksulların temiz havasına göz diken Kyoto ile artık geri sayımı başlayan gezegen düzeyindeki yok oluşu durdurma şansı yok. Türkiye’deki hükümetlerin iklim değişikliği ile mücadele ve Kyoto karşısındaki tavırları, bu neo-liberal ikiyüzlülüğün klasik bir örneğidir. Kyoto Protokolü ve etrafında dönen tartışmalar, iklim değişikliğine çare olmak bir yana, sorunun daha da kangrenleşmesine ve kalıcılaşmasına imkan vermesi nedeniyle; sorunun bir parçasına, ekolojik kriz karşısında kapitalist aklın çaresizliğini gösteren, bayat ve artık iyice kabak tadı veren müzakerelerle kendi etrafında dönen bir sürece dönüştü.
Küresel ısınma, sanayi kapitalizminin ve onun sürekli büyüme hastalığının fosil yakıtlara olan bağımlılığının sonucudur. Kyoto süreci ve sonrasında yaşananlar, iklim değişikliğine kapitalist taktiklerle çözüm bulunamayacağını göstermiştir. Bir yandan yetersiz indirim hedefleri getirip, diğer yandan emisyon ticareti ile “yasal süreçle kumar oynayan”, havayı metalaştıran, yaşam hakkımızı fiyatlandıran piyasa mekanizmasıyla, küresel ısınmanın önüne geçilemez. Küresel ısınmayı icat eden sınıf çıkarı ile hesaplaşmadan gerçek bir çözümün kapısını aralamak mümkün görünmüyor.
Susuzluk
Dünya nüfusunun üçte biri güvenli içme suyundan mahrum olarak yaşıyor. Her gün sayıları on binlerle ifade edilen insan bu yüzden ölüyor. Afrika’nın büyük bölümü, Ortadoğu ve Meksika gibi bölgelerde mevcut su rezervleri hızla tükeniyor. Mevcut su kaynakları tükenirken suya olan bağımlılık ve kişi başına su tüketimi gittikçe artıyor. Su sorunu büyüdükçe de sermayenin suyu ticarileştirmesi ve suyun pahalılaşması paralel ilerliyor. Sermaye, krizini bir fırsata dönüştürerek buradan da karına kar katmaya çalışıyor. Sayıları parmakla ifade edilebilecek kadar olan çok uluslu şirketler, bir yandan su kaynaklarının kirlenmesine ve yok olmasına yol açarken aynı şirketler, su ticareti yapan şirketlerin de başını çekiyor. Dünya Su Konseyi’nin de bu şirketlerin suyun özelleştirilmesi politikalarını hayata geçirmek için kurulan paravan bir örgüt olduğu biliniyor. Dünya Bankası ve yerel hükümetler, bu şirketlerin kirli yatırımlarına ve su şirketlerine kredi, teşvik ve alım garantileri ile her türlü kolaylığı sağlıyor. Şu an su kaynaklarının yüzde beşi civarındaki bir oranının özelleştirildiği düşünülürse, sermayenin suyumuza gözünü dikmesinin nedeni daha iyi anlaşılabilir. Su sanayinin karı, şimdiden petrol sanayinin karının yarısına ulaştı. Suyun piyasalaştırılması, dünyadaki gelir eşitsizliği ile birlikte tam bir su adaletsizliğine yol açmakta. Dünyada kullanılan suyun %85’ini nüfusun %12’si tüketmektedir. Aynı bölgede yaşayan farklı toplulukların suya erişimlerinde de adaletsizlikler var. Yoksullar hem gelişmiş ülkelerde hem de Üçüncü Dünya ülkelerinde kuraklıktan, su kirliliğinden, ya da aşırı tüketiminden doğan olumsuz sonuçlara en çok maruz kalanlar. Nestle, Suez ve Vivendi, dünyadaki su tekellerinin en tanınmışları ve doğrudan ya da dolaylı yollarla Türkiye’deki kirli yatırımların da su piyasasının da en önemli aktörleri olmuş durumdalar. Dünya Su Forumu’nun İstanbul’da toplanması, Türkiye’nin su kaynaklarının önümüzdeki yıllarda özelleştirilmesi sürecinin hız kazanacağının işareti olarak değerlendirilmelidir. Türkiye Hükümeti ve Dünya Su Konseyi, Kyoto sürecinden tanıdığımız pazarlamacı zihniyetleri ile talan ve sömürüye yeşil makyaj sunmaktan da geri durmuyorlar.
İNSANLIĞIN KURTULUŞU
Dünyada yeni dönem çevreci halk hareketleri, sınıf hareketinin inşasında önemli bir rol üstlenecek çoğunluğu köylü tabanlı bir toplumsal muhalefet dinamiği olarak ortaya çıkmaya başlıyor. Özellikle Latin Amerika’da neo-liberalizme karşı yükselen halk hareketleri içerisinde çevre hareketleri, Çevresel Adalet Hareketi olarak toplumdaki diğer eşitsizlik ilişkilerine de karşı çıkan bütünlüklü bir sistem eleştirisini çevre mücadelelerine kazandırdı. Türkiye Çevre Hareketi Halklaşıyor tespiti üzerinden yapılmaya çalışılan dönemselleştirme analizinin tarihsel arka planında, küresel çapta çevre hareketlerindeki bu dönüşümün doğrudan bir payı var. Sistemin kurumları ve ekolojik krize sistem içinde çözüm arayan arayışlar, yaşam hakları ellerinden alınan emekçilerin gözünde burjuva hegemonyanın daha fazla mevzi kaybetmesine yol açıyor. Rio’da ekonomik ve ekolojik sorunları çözmek için toplanan Dünya Zirvesi’nden net sonuçların elde edilememesi, Kyoto sürecinin geldiği aşamada boş bir çabaya dönüşmesi, uluslararası hukuk alanındaki çabaların sonuçsuz kalmasına neden oldu. Rio’dan on yıl sonra yapılan Johannesburg Zirvesi BM ve uluslararası hukuk düzeyindeki girişimlerin başarısızlığı yanında ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin ve çok uluslu şirketlerin artan etkisine de sahne oldu. Uluslararası zirvelere sermayenin müdahalesi Büyümenin Sınırları Raporu, Bruntland Raporu, Hilderberg Çağrısı, Stern Raporu ve en son Bali’deki emperyalist ülke manipülasyonları, bütün bu uluslar arası girişimlerin ve BM’nin insanlığın adalet özlemi karşısında içi boş umutlar vermek dışında bir işlevi kalmadığının da tarihi oldu. Ama Johannnesburg, Seattle, Bali ve Belem sokaklarındaki küreselleşme karşıtı gösteriler, dünyanın ezilenleri için adalet umudunu diri tutan “başka türlü” bir tarihin kapısının aralandığını da gösterdi. Bir kez daha emekçilerin kurtuluşunun kendi mücadelelerinin eseri olacağı gerçeğini hatırlattı.
Neoliberal politikalarla sosyal devletin tasfiyesi, kuraklık, açlık, gıda güvenliği, kasırgalar, enerji savaşları, göç ve salgın hastalıklar dünyanın öncelikle ve en fazla yoksullarını vururken ekonomik ve ekolojik kriz karşısında adalet sorunu da yeni içeriklere kavuşuyor. Ücretlerin geri çekilmesi ve çalışma koşullarının kötüleşmesi ile iç içe olmak üzere bugün dünyada bir iklim adaletsizliğinden, su adaletsizliğinden, gıda adaletsizliğinden bahsediliyor. Yaşanan ekonomik krizlerin bedelini yoksullar, zannedildiğinden daha ağır ödüyor. Yoksul ülkeler, artan dış borç yükleri karşısında emperyalist ülke ve kurumların kredilerine ve borçları ertelemelerine karşılık, özelleştirmelere, sularının ve ormanlarının sermayenin hizmetine sokulmasına, doğal varlıklarının yağmalaması için şirketlerin önündeki engellerin kaldırılmasına olanak sağlayan yasalar yapmaya zorlanmaktalar.
Sömürgecilik ve emperyalist yağmanın sınırları topyekun yoksul güneyin doğal varlıklarının telafi edilemez şekilde yağmalanmasını gerektiriyor. Çevre ile ilgili uluslararası toplantılarda özellikle Çin, Hindistan, Endonezya, Tayvan, Filipinler, Brezilya ve Türkiye gibi sanayileşme çabası içinde olan ülkeler geleneksel kalkınmacı siyasetlerini sürdürmek ile doğal kaynaklarını yok etmek ikilemi içinde her geçen gün ikincisi lehine tavizlerde bulunuyorlar. Yapısal uyum programları sanayileşmiş Batı’nın kirli teknolojilerin çevrenin daha az korunduğu ülkelere kaydırılmasını ön görüyor. Çöp teknolojilerin yoksul ülkelere transferinden emperyalist ülkeler büyük karlar elde ediyor. İşbirlikçi hükümetler ise her türlü çevreci tepkiyi ülkenin kalkınmasına karşı çıkmakla bir tutuyor. Örnek olarak gösterilen Çin’in yakaladığı sanayileşme hızı sonucunda şu anda ülkede susuzluk, çölleşme, yaklaşan enerji krizi had safhalara geldi. Özellikle Çin’de çevre yasalarının gevşek uygulanması nedeniyle Batılı şirketler kirli yatırımlarını bu ülkeye kaydırdılar ve ortaya çıkan ekolojik krizde önemli bir pay sahibi oldular. Büyük baraj projeleri, nükleer santraller, çimento fabrikaları, madencilik faaliyetleri v.b. çevre sorunları nedeniyle yoksul ülkelerde kalkınmanın tek seçeneği ekolojik yağmadan geçiyor. Bu ülkelerde özellikle tarımın çok uluslu tarım tekelleri lehine düzenlenmesi ülkelerin ekolojik yıkıma doğru baş aşağı gitmelerine yol açıyor. Son 15 yılda 100’ün üzerinde ülkede yabancı şirketlerin madencilik faaliyetleri konusundaki ulusal denetimleri azaltan maden yasası değişiklikleri yapıldı.
HER YER BERGAMA
Türkiye Çevre Hareketi’nin neden antikapitalist bir yolda yürümesi gerektiğine dair kapitalizmin tarihi içinden yukarıda özetlemeye çalıştığımız gerekçelerden sonra tekrar hareketin pratiğinden edindiğimiz notlarımıza dönebiliriz. Hareketin antikapitalist olmak dışında kendi pratiği içinden son yıllarda daha net biçimde ortaya koyduğu ikinci önemli nokta; emeğin mücadelesi ile çevre mücadelesinin birleştirilmesidir.
Türkiye de yaşadığı ekonomik krizlerden yabancı sermayeyi çekme ve kalkınma adına dünyanın diğer geri bırakılmış ülkeleri ile yarışa girmiş ülkeler arasında. Aynı yapısal uyum programı ile Türkiye tarımı çökertilirken bütün kirli yatırımlar ülkeye gelmeye başladı. Altın madenciliği, nükleer, HES, termik, Çimento, GDO lar, suyun ticarileştirilmesi, hangi başlık ele alınırsa alınsın, bütün bu başlıklarda Türkiye’nin giderek daha fazla emperyalist merkezlere bağımlı hale geldiğini görüyoruz. Hükümet, kendisini iktidarda tutan sermaye gruplarına karşı diyetini ülke topraklarını kirletme hakkı tanıyarak ödüyor. Özelleştirmeler ile sermayeye peşkeş çekilen kamu kaynaklarından sonra kamusal varlıklar olan toprak, hava, su da özelleştiriliyor ve sermayeye peşkeş çekiliyor. Türkiye de bir orta kuşak ülkesi olarak Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul ülkeleri gibi iklim değişikliğinden ilk etkilenen ülkeler arasında yer alıyor. Küresel ısınmanın yol açtığı sorunları çok daha doğrudan ve yıkıcı bir şekilde yaşamak zorunda kalacak bir ülkede yaşıyoruz. Dünya’da sera gazı emisyonları 1990’dan bu yana en hızlı artan ülke olan Türkiye, “onlar kirletti, biz niye kirletmeyelim” mantığıyla Cumhuriyet tarihi boyunca kurulan kapasitenin beş katı çimento fabrikası ve kömürlü termik santrali son üç yılda kurmaya başladı.
Sermayenin bu saldırıları karşısında dünyada yeni dönem çevre hareketlerinde görünen gelişmeye paralel bir gelişmeyle, Türkiye’deki çevreci halk hareketleri, birer kampanya faaliyeti olmaktan ziyade, kalıcı ve kurumsal formlarda kendilerini kurmaya, uzun erimli bir mücadeleye soyunmaya başladılar. Türkiye’nin toplumsal mücadele geleneği içerisinde çevre hareketlerinin de içinde olduğu yeni bir sayfa açılıyor. Bergama Köylüleri ile başlayan Eşme, Artvin, İda Dağları, Sinop, Fırtına Deresi, Fındıklı, İkizdere, Munzur, Hasankeyf, Silopi, Pazarcık, Çaldağı, Efemçukuru, Kurşunlu Köylüleri, Osmaniye, Akkuyu, Amasra, Ergene Havzası, Gönen, Karasu derken artık saymakla bitmeyen Türkiye’nin hemen hemen her ilinde yerel ve kendi yerel yurttaş inisiyatiflerini oluşturmuş, genelde yoksul köylü tabanlı, sadece açılan davalara hasredilmemiş, toplumsal talepleri de olan, antikapitalist direniş odakları kendini gösteriyor.
Ekolojik kriz ile ekonomik krizin birlikte yarattığı sonuçlara karşı doğalgaz, su, elektrik zamları ve bunlardan alınan dolaylı vergilerle ücretlerinden kesinti yapılan, açlığa, kirli havaya, soğuğa, evsizliğe, işsizliğe ve onursuzluğa terk edilen işçilerin mücadelesini çevre hareketiyle birleştirmek gerekiyor. Çevre mücadelelerini ezilenlerin mücadelesi ile birleştirmek, çevrecilere müttefik kazandırmanın yanında geleneksel sınıf hareketinin mücadele birikim ve deneyiminin de çevre hareketine kazandırılmasını sağlayacaktır. Türkiye’de çevreci mücadelenin 1980’lerden sonra bir toplumsal muhalefet dinamiği olarak ortaya çıktığı sistem içi çevreciliğin sahip olduğu ideolojik bir yanılsamadır. İnsanların çevreci olması için mutlaka AB’den fonlanan STK’lardan sertifika almaları gerekmiyor. Ekolojinin adını bile duymamış Çaldağı Köylüleri’nin ekoloji mücadelesi vermediklerini kim iddia edebilir? Üçüncü dünya ülkesi yarı aydın bakışıyla Türkiye’de çevre bilinci yok diyerek çevre mücadelesi uzmanların işi olmaktan kurtarılmalıdır.
Politik Program
Türkiye Çevre Hareketi’nin üzerinde konuştuğumuz olgunlaşma eşiğinde yaptığımız üçüncü saptama; çevre hareketlerinin ortak bir program zemininin tarif edilmesinin acil bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasıdır. Türkiye Çevre Hareketi toplumsallaştıkça bir dizi yeni meselenin muhatabı ve aktörü haline gelmiştir. Şüphesiz bunların başında; sermayenin ecel terleri döktüğü ve ayakta kalmak için en fazla gözünü diktiği doğal varlıkların talanı konusunda, çevre mücadeleleri, açıkça sermayenin çarkına çomak sokmaktadır. Toplumsal muhalefetin diğer kesimlerine nazaran devletin bakısına daha az maruz kalma ayrıcalığına sahip olmaya alışmış çevreciler, bu ayrıcalıklarının yavaş yavaş sonuna yaklaşıyor. Türkiye Çevre Hareketi’nin, düşünce ve ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve diğer demokratik talepler konusunda doğrudan taraf olacağı ve bedel ödemeyi göze almak zorunda kalacağı bir döneme giriyoruz.
Çevrecilerin muhatabı ve aktörü olduğu toplumsal konularla ilgili tespitimizi derinleştirmek için; Türkiye’deki çevre mücadelesi ile şimdiye kadar ilgili görülmeyen Siyasal İslam ve Kürt Sorunu konularına bu gözle yeniden bakmakta fayda var.
Siyasal İslam
Ekolojik krize karşı mücadele, entelektüel ve bilimsel açıdan da yeni düşünsel gelişmelere sahne olacaktır. Darwin’in teorisi, kendi döneminde insan merkezci doğa ve tarih anlayışına nasıl darbe indirdiyse; bugün de ekolojik kriz, insanın türsel varlığının diğer canlıların türsel varlığı ile koşut olduğunu ortaya koymaktadır. Anderson’un jeoloji ile ilgili on dokuzuncu yüzyıldaki bilimsel bulguları da jeolojinin madenlerin türlerini sınıflandıran bir bilim değil, yerkabuğunun milyonlarca yıllardaki evrimini ortaya koyarak yaratılış kuramına büyük bir darbe indirmişti. Ekolojik kriz karşısındaki mücadeleler, insanlığa kendi tarihi açısından da önceki dönemlerde kısmet olmayan kadar geniş ve bütünlüklü bakma kapasitesi kazandırmaktadır. Artık geri dönebileceğimiz saf bir doğa yok. İnsan-doğa ilişkisi ile ilgili yaratılan düşünsel açılımlar, çevre hareketlerini ortaya çıktığı her yerde yeni tür bir aydınlanma hareketi potansiyeline kavuşturmaktadır.
Ekolojik krizin en temel nedenlerinden olan kent-kır çelişkisinin Türkiye toplumsal formasyonunda ikincil bir izdüşümü daha var. Tarihsel olarak tepeden modernleşme geleneğinin ürünü olan ve bir türlü on dokuzuncu yüzyılın dogmatik pozitivizmini aşamayan yerleşik laiklik anlayışı ile hesaplaşmak çevrecilerin önüne koyması gereken görevler arasındadır. Pozitivist Aydınlanma’nın düşünsel temelinde, ilerlemeci tarih kavrayışının önemli bir payı vardır. İlerlemeci bakış, teknolojinin tarafsızlığı varsayımından hareket eden endüstriyalist kalkınmacı bir anlayışla insanlığın tarihsel olarak doğrusal bir ilerleme içinde olduğunu savunur. Ekolojik kriz ve gezegen düzeyinde bir yok oluş tehlikesi bu ilerlemeci mantığa büyük bir darbe indirdi. Verili laiklik anlayışının batıcı aydınlanma geleneğinden devir aldığı laiklik anlayışı sonucunda bu toprakların sahip olduğu tarihsel kültürel miras hiçleştirildi. Köylüler, aydınlatılması ve eğitilmesi gereken kitleler olarak görüldü. Bu şekildeki bir laiklik anlayışı kaçınılmaz olarak kentli elitlerle sınırlı kaldı. Türkiye’de “kırsal kesim” tanımlaması her zaman kültürel bir geriliği de imleyen pejoratif bir tonda kullanıldı. 12 Eylül karanlığı ile Türkiye kırları ve kırlardan gelenlerin oluşturduğu varoşlar da Siyasal İslam’ın insafına terk edildi.
Küreselleşme saldırısı ile gelen ekolojik yıkımın doğrudan hedefi olan varoşlar ve kırların binlerce yıllık sahibi köylüler, bir yandan madenlerin, barajların, termik santrallerin, çimento fabrikalarının bilimsel-teknik boyutunu yaşam hakları ekseninde öğreniyor. Diğer yandan yaşam haklarına yapılan bu saldırıyı küresel düzeyde sorgulayan bir bilince kavuşuyor. Yeni dönem köylü hareketinin en temel karakterinden biri, bu küresel ölçekteki mücadele bilincidir. Diğer toplumsal muhalefet dinamikleri ile buluşmaya yatkın olmayan köylüler, ulusal ve uluslar arası ölçekte önemli örgütsel zeminler kurdular. 30-40 yıl önce köylerine yapılacak fabrikaları davul zurnayla karşılayacak köylüler, şimdi; “deremizi, ovamızı bize bırakın gerekirse elektriksiz ve işsiz yaşamaya razıyız.” “Temiz havamız, suyumuz, bağımız, bahçemiz bizim en büyük zenginliklerimiz” diye durduk yerde karşı çıkmıyor. Boşuna, karşı çıkanların çoğunluğu o yörelerde yaşayan en yoksul insanlar değil.
Çevreciler bu dogmatik pozitivist anlayışla hesaplaştıklarında, Anadolu’nun kadim halklarının kültürlerinde, insan-doğa ilişkisi açısından nasıl bir hazine olduğunu göreceklerdir. Baba İshak ayaklanmasının “toprakta tohumda hakça” yaşamak için başlatıldığını, toprağın bilgeliğini, Şeyh Betrettin’i, Pir Sultan’ı kendi tarihi olarak göreceklerdir. Dünyada da neo-liberal saldırının yoğun olduğu tüm ülkelerde yerel halkların kültürel bir içe kapanma refleksi gösterdikleri gözleniyor. Ekolojik kriz karşısında Latin Amerika’daki halkçı iktidarların kendi özgün tarihsel ve kültürel miraslarına atıf yapmaları tesadüf değil.
Türkiye Çevre Hareketi, Türkiye kırlarında büyük bir aydınlanma potansiyeli açığa çıkarmaya başlamıştır. Gerçekten özerk dinamikleri olan bir muhalefet hareketi olarak çevre hareketleri -şu anda örneği olmasa da- mutlaka geleneksel muhafazakar seçmen kitlelerinin olduğu yerellerden de anti kapitalist çevreci halk hareketleri çıkaracaktır.
Toplumsal Barış
Petrol, enerji, su savaşları, üçüncü dünya savaşı olasılığını gündeme getirmeye başladı. Tek tek ülkeler düzeyinde de enerji ve petrol tekellerinin körüklediği etnik boğazlaşmalar yaşanıyor. Bu şirketlerin çoğu zaman bölgelerindeki silah ve uyuşturucu trafiğin de rol oynadıkları da biliniyor. Ekolojik kriz savaşların yol açtığı ekolojik tahribat dışında dünyanın ve tek tek ülkelerin toplumsal barışını da tehdit ediyor. Kirli yatırımların sahibi şirketler, oluşmaya başlayan çevreci tepkilerin önünü almak için yatırım kalemlerin önemlice bir kısmını ortaya çıkacak bu “halkla ilişkiler sorununu” engellemeye ayırıyorlar. Kamusal denetimin gittikçe zayıflaması nedeniyle yatırımın bulunduğu yörede yaşayan insanlar, şirket taraftarları ve çevreciler olarak karşı karşıya geliyor. Yıllardır kendi iç dengesinde yaşayan toplumlar büyük yatırımlar karşısında istikrarsızlaştırılıyor.
Türkiye Çevre Hareketi Halklaşıyor bildirisinde çevre mücadelelerinin ülkemiz insanın kardeşleşmesine ve diğer muhalefet dinamiklerine göre birlikte ortak mücadele zeminlerini kurma noktasında avantajlara sahip olduğunun altı çizilmişti. Çevre hareketinin kentli iyi orta sınıfların tekelinden çıkıp halklaşması ve emekçi karakteri kazanmasının çevrecileri de “ülkenin doğusuna gittiklerinde kolonyalist kompleksler yaşamaktan kurtaracağı” tespiti yapılmıştı. Çevre hareketi halklaştıkça, çevrecilerin ülkenin doğusu söz konusu olduğunda çifte standart içerisindeki tutumlarının kırılmaya başlandığı görülmektedir. Yıllardır “terörle mücadele kapsamında” yakılan ormanlara karşı sessiz kalan çevrecilerin bu alışılageldik tutumu terk etmeleri önemlidir. Yine Türkiye Çevre Hareketi içindeki yerel çevreci halk hareketleri içerisinde Munzur, Hasankeyf, Pazarcık ve Şırnak yerellerindeki çevreci hareketler, tüm Türkiye Çevre Hareketi’nin güçlü halkalarını oluşturmaktadırlar. Bu yerellerin tamamında Türkiye’deki deneyim ve birikim konusunda bir ortaklık zemini var.
Önümüzdeki dönemde Kürt sorunu iki noktada çevre hareketi için kritik önemini korumaya devam edecektir. Birincisi, Türkiye’de sermaye kendi hükümetleri eliyle topyekun bir ekolojik yıkım programını emperyalist tekellerin çıkarı doğrultusunda uygulamaktadır. Bu noktada Kürt sorunu konusunda verilen emperyalist ödünler, uluslararası sermayenin Türkiye’nin doğusu batısı ayırmadan doğal kaynaklarının yağmalaması konusunda önemli bir paya sahiptir. İkincisi Kürt sorununun geldiği aşamadaki çözüm arayışları, sorunun muhataplarınca yerinden yönetim ve kültürel özerklik odaklı bir yönelim içerisinde seyretmektedir. Bu yönelim ekolojik bir bakış açısıyla uyumludur. Bu, Kürt sorununda ekolojik bakış açısının düşünülenden daha fazla kardeşleşme imkanı taşıdığını gösterir. Türkiyeli çevreciler Kürdüyle ve Türküyle bunu görüp ülkemizin tarihinin, kültürünün, derelerinin, ovalarının kardeşliğine sadece Gediz’i, Ergene’yi İda Dağları’nı değil, Fırat’ı, Dicle’yi, Harran’ı, Hasankeyf’i de katmayı başarmalıdırlar.
Ezilenlerin İttifakı
Çevre hareketinin bilince çıkartması gereken dördüncü husus, toplumsal muhalefetin diğer alanlarında yaşanan siyasal sorunlardan çevre hareketinin azade olmadığıdır. Türkiye Çevre Hareketi, yeni dönem sınıf hareketinin bir parçası olarak ortaya çıkarken kaçınılmaz olarak Türkiye’de çevrecilerin şimdiye kadar üzerinde durmadıkları yeni politik sorunlarla karşılaşılmasına yol açmaktadır. Ekolojik kriz karşısında geliştirilecek mücadeleler, ekolojinin bütünleyici işlevi nedeniyle tüm bilimin ve toplumsal gerçekliğin bütün tezahür biçimlerinin bütünsel olarak ele alınmasını zorunlu kılıyor. Geliştirilecek mücadele stratejilerinin başarısı; felsefi, siyasal, iktisadi, sosyal tüm düzeyleri kapsayan bir bütünlüğe sahip olmasına bağlı. Ekoloji kriz karşısındaki taleplerin siyasal olmadığı savı, yaşananlar karşısında hiç bu kadar sırıtmamıştı. Ekolojik kriz karşısında verilecek mücadele alışılagelmiş sistem içi çevreciliğin yinelemeden bıkmadığı apolitizme rağmen çevrecileri siyasal mücadele alanına davet ediyor.
Çevre sorunlarının tartışıldığı platformlarda teknik ve hukuki konularda kendini dışa vursa da, bugün çevre hareketin ihtiyacı olan sınıfsal bakış açısının yaratılması için toplumsal muhalefete musallat olan küreselleşmeci ve ulusalcı siyasal eğilimlerle hesaplaşmak gerekmektedir. Örneğin; Kyoto’yu İmzala Kampanyası’nın, Kyoto Protokolü’nün neoliberal ikiyüzlülüğünü öne çıkarmaması nedeniyle hükümet, Protokol’ü kabul ettikten sonra çevrecilerden “haklı” bir teşekkür beklentisine girdi. Aynı şekilde, GDO karşıtı mücadele salt güvenli gıda sorununa indirgendiğinde ve sözleşmeli tarımla proleterleşen köylüler bu mücadelenin öznesi olmadıkça, organik tarım şirketlerine canını herkesinkinden çok seven orta sınıflardan yeni bir pazar yaratıyor. Çevreci tepkilerin olduğu köylerde bile yaşanan çevre sorunu ile yoksul köylülerin talepleri gerektiği gibi ortaklaştırılamıyor. Türkiye tarımının IMF ve DTÖ politikalarıyla tasfiyesi Türkiye’de yaşanan en büyük ekolojik yıkımdır. Çevre hareketinin kapitalizm ile ekolojik kriz arasındaki ilişkiyi ideolojik düzeyde yeterince açığa çıkaramamasının sonucu, Türkiye tarımında yaşanan çöküş, henüz bir ekolojik sorun olarak ele alınamıyor. Çevre sorunları ile tarımda yaşananlar, ancak tarım alanlarının kirlenmesi, Biyoçeşitlilik ya da GDO’lar gibi başlıklarda çevrecilerin gündemine girebiliyor.
Ulusal güvenlik bahanesiyle nükleeri savunmak, nükleere karşı “ulusal kaynak” diye kömürü savunmak, iklim değişikliğine karşı “rüzgar, güneş bize yeter” demek, AB uyum sürecindeki mevzuat değişikliklerinden medet ummak v.b.. Hep aynı ulusalcı ve küreselleşmeci akıl tutulmasının örnekleridir. Kyoto kampanyası, Başbakan’ı “çevrecilerin daniskası” yaptı. İklim değişikliğine karşı çözümü rüzgar ve güneş enerjisine sıkıştırmak ta; Çevre Bakanı’na “bunlar gaz lobisi” dedirtti. Çevre hareketi, sermeyenin ve onun emrindeki hükümetlerin şu ya da bu eğilimine yedeklenmeden, ekolojik krizin doğrudan ve dolaylı olarak mağdur ettiği milyonlarca emekçinin gücüne dayanmalıdır.
Kapitalistlerin ekolojik kriz karşısında düşünebilecekleri tek şey, krizden nasıl daha fazla kar elde edebilecekleridir. Bu yüzden ekolojik krize karşı mücadele kapitalist sistem ortadan kaldırılmadıkça başarıya ulaşamayacaktır. Yine çevreci gibi görünmesine rağmen, son derece liberal bir talep olan şirketlerden ekolojik maliyet talepleri sadece kapitalizmin kalıcılaşmasına yol açıyor. Doğayı fiyatlandırmak insani-doğal varlıkların bir para kazanma aracı haline getirilmesini meşrulaştırıyor. Petrol ve balık konusundaki arz sorunu, olsa olsa sermayenin iştahını kabartıyor ve fiyatları daha da artıyor.
Kapitalizmin krizlerinin yeni bir veçhesi olan ekolojik krizin, kapitalistleri kendiliğinden sistem içinde reform yapmaya, krizi düzenlemeye dönük bir takım geri adımlar atmaya yönelteceği boş bir beklentidir. Çevre hareketleri içinde ekolojik vergiler şeklinde taleplerle ekolojik krizin önüne geçileceği yönündeki talepler, aksine kapitalizmin meşrulaşmasına ve kalıcılaşmasına krizin daha ölümcül hale gelmesine yol açacaktır. Kapitalizm kendi varlığını sürdürebilmek için doğal varlıkları son zerresine kadar yağmalamaktan başka çaresi yok. Krizin yarattığı ek maliyetler ve azalan enerji ve hammadde kaynakları nedeniyle sermayenin azalan kar marjlarını emekçilerin sırtına yükleyeceğinden de kuşku duyulmamalıdır. Özellikle çevre vergileri yoluyla bunu sağlama eğilimi gittikçe güçlenmektedir. Ekolojik vergilendirme talepleri, kapitalizmin bütün insanlığı tehdit eden yüzü yerine sınıf farkı gözetmeksizin ve sınıf çelişkilerini gizleyerek herkese eşit sorumluluk yükler. Şirketlere kamusal yurttaşlar olarak hak etmedikleri ve hiçbir zaman üstlenmeyecekleri sorumluluklar yükler. Ne nüfusun durağan hale gelmesi, ne de fosil yakıtlara tüketicilerin daha az rağbet etmesi ekolojik krizi, açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırmayacaktır.
İnsanlığın kurtuluşu için emeğin özgürleşmesi ile ekolojik yıkımın önlenmesi bir ve aynı program etrafında savunulmalıdır. Fabrika ölçeğindeki özyönetim talebinin ekolojik düzeyde sınıf mücadelesinin yeni veçheleri ve örgütlenme araçları ile ekolojik düzeyde bir özyönetim anlayışına uyarlanabilir. Yaşam hakkı sadece ücretli kölelik düzeninde asgari insan ihtiyaçları için talep edilen ücret talebi değil, başta barınma hakkı olmak üzere yaşam koşulları ve çevre üzerindeki karar süreçlerinde etkin katılım, söz ve karar talebi ile savunulmalıdır. Geleneksel sendikaların iş güvenliği ve işçi sağlığının dışında özellikle işsizler hareketini ve enformel sektörde çalışanları örgütlenmesi önem kazanıyor. Emekçiler, üretimin ve toplumun denetiminde daha fazla söz hakkı talep ederek ekolojik krizi önleyici denetim mevzileri elde edebilirler. Tek başına üretim ölçeğindeki artışın insanlara daha fazla refah ve sosyal adalet yaratmadığını artık biliyoruz. Teknik ilerlemenin ölçütü, daha az mesai ve daha fazla boş zaman olarak anlaşılmalıdır.
Örgütlenme
Türkiye Çevre Hareketi ile ilgili son tespitimiz, hareketin artık lokal ve tematik bir yapıdaki yerel hareketler toplamından çıkmaya başlamasıdır. Hareketin ortak bir politik eksene ve örgütlülüğe sahip olmaması büyük resmin görülmesini zorlaştırmakla birlikte, yerel hareketler arasında son yıllarda azımsanmayacak bir deneyim aktarımı ve eylem birlikteliği sağlanmaya başladı. Egeçep, Doğu Akdeniz Çevre Platformu, Derelerin Kardeşliği Platformu, İda Dağları’nı kurtarmak için kurulan platformlar, Hasankeyf ve Allinoi’nin birlikte kurtarılmaya çalışılması gibi çabalar, yerel hareketlerdeki daha geniş zeminlerde bir araya gelme eğilimlerinin somut göstergeleridir. Sorunun kaynağı ortak olduğu için mücadelede ister istemez ortaklaşmaktadır. Vezirköprü’deki çimento fabrikası için Çanakkale’ye termik santral yapılıyor. Şavşat’taki HES’e karşı çıkmamaları için Ankaralıların doğal gaz zamlarına boyun eğmeleri isteniyor. İnsanlar İzmir de arsenikli su içerken Efemçukuru’na siyanürlü maden kuruluyor, tarım çökertilirken İnaylılar’ın suyu maden şirketine akıyor. Madencilik, çimento, termik, su, enerji, nükleer alanında faaliyet gösteren sermaye grupları güçlerini birleştirirken bunlara karşı yürütülen mücadelenin de birleşmesi kaçınılmazdır. Çevreci yerel hareketler bilimsel düzeyde mantıklı karşı çıkışlar gerçekleştirmek için tematik alanlara hapsolmamalıdır. Türkiye’de yaşanan çevre sorunlarının hepsini kesecek ortak paydalar vardır. Amasra’daki termik santralden kurtulmanın tek çaresi, Sinop ve Akkuyu’ya nükleer santral yapılması değildir. Sistem bu oyunu daha açık oynayacaktır. Birlikte mücadele zorunludur. Sinop’ta nükleer santral kurulsa da memleketin her karışına altın madeni kurulsa da emekçi halk kitleleri daha yüksek elektrik faturaları ödeyecektir. Nükleer santraller, HES’ler, termik santraller, rüzgar ve güneş santralleri, sermayenin enerji ihtiyacını azaltmayacak sadece kapitalistlerin bu alandan daha fazla kar elde etmesini sağlayacaktır. Doğal kaynaklar tüketildikçe de sermayenin karı ile orantılı yoksulların karanlıkta kalması artacak.
Yeni dönemdeki ülke sathına yayılmış bir çevre hareketinin kendisi yeni bir deneyim alanıdır. Bu nedenle tek bir yerel hareketin yeni süreci karakterize etme imkanı yoktur. Daha açık söylemek gerekirse, sembolik ve popüler bir ifade olarak kendisini bu şekilde tanımlayan yerel çevreci halk hareketleri ortaya çıksa da; Türkiye Çevre Hareketi’nde ikinci bir Bergama olmayacak. Hatta mücadelenin halen devam ettiği Bergama’da da bundan sonra bir “Bergama” olmayacak. Bergama Köylüleri, Türkiye’de çevre mücadelelerinin halklaşmasının kapısını aralamakla kalmamış, Türkiye Çevre Hareketi açısından halen en büyük deneyim barındıran ve en fazla ders çıkartılması gereken bir pratiği de kazandırmıştır. Eylem tecrübesi, elde edilen bilimsel ve hukuksal kazanımlar, Eşme’de İda Dağları’nda, Munzur’da, Artvin-Cerattepe’de, Gümüşhane’de siyanürlü altın madenciliğine karşı verilen mücadelelerle sınırlı kalmaksızın Türkiye’nin dört bir tarafındaki yerel çevre hareketlerine katkı sunmaya devam etmektedir. Halen Bergama’da sermayenin oynadığı oyunlar ve buna karşı verilen mücadele, Türkiye’nin diğer yerellerindeki mücadelelerin de kaderi üzerinde tayin edici bir role sahiptir.
Ancak Bergama’daki halk hareketinin sosyal hukuk devletini geri çağırmaya dönük, mahkemelerden çıkacak kararlara odaklanmış mücadele pratiği, yargı kararlarının uygulanmaması ile yerini verili hukuksal meşruiyet zeminlerin ötesine geçen bir politik tutuma bırakmayı başaramamıştır. Bergama’dan sonra yerel her çevre hareketinin dava açarken elde edilecek mahkeme kararının uygulanmama ihtimalini gözeterek işe başlaması gerekirken, Türkiye Çevre Hareketi’nde mücadeleyi açılan davalardan ibaret sayma eğilimi güçlü bir şekilde devam etmektedir. Oysa hükümetin tavrı ve son on yıldaki yasal değişiklikler, Bergama’nın ilk büyük davalarının açıldığı günlere göre çok daha az yaşam hakkını ve çevreyi korumaktadır. Hükümetler, Cargill, Tüpraş, Pektim, Seydişehir, Karadeniz Sahil Yolu, zorunlu din dersleri v.b. davalarda yargı kararlarını uygulamamayı ve kararların arkasından dolanmayı adeta bir hükümet politikası haline getirmiştir. Bunun yanında artan ekolojik saldırının boyutları, tek tek davalarla baş edilemeyecek kadar artmıştır. Eşme’de işletmeci firma kaybettiği davayı bile kazanmış gibi göstererek Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yeniden faaliyete başlamak için olur alabilmiştir. Sadece Artvin İli’nde yapılacak hidroelektrik santrali sayısı 150’yi geçmiştir. Bergama’da şu ana kadar yüze yakın dava kazanılmasına rağmen altın madeninin halen çalışmaya devam ettiği düşünüldüğünde, bırakın dava açmayı ve dava harçlarını bulmayı, Artvin’e onlarca yeni mahkeme kurulması gerekmektedir. Çevre yasaları çevreyi korumaktan ziyade kirliliği düzenlemeye dönük uygulamalar getiriyor. Hukuksal alandaki asıl tehlikeli yönelim, kapitalist zihniyetin her alandaki sonucu gibi hukuk sisteminin de gittikçe atomize olmasıdır. Bağımsız idari otoriteler ve özel yasalarla idari ve adli süreçler sermaye açısından özerk bir yapıya kavuşturuluyor. Petrol Yasası, Maden Yasası, Nükleer İhale Yasası ve enerji mevzuatı, bu sektörlerdeki şirketlerin elini kolaylaştırmak için özerk birer cumhuriyet yaratıyor. Sosyal devlet tasfiye edilirken hukuk ta sermayenin çıkarına hizmet ederek özelleştiriliyor. Hukuk sistemi, uygulanmayan yargı kararlardan daha fazla bu atomizasyonla kirletiliyor.
Çevreci yerel halk hareketlerinin mücadele ve dayanışma zeminlerinin önümüzdeki dönemde ülke çapında bir örgütlü zeminde tarif edilmesi yoğunlaşan ekolojik yıkımlara karşı birlikte göğüs gerilmesi için açığa çıkmış bir ihtiyaçtır. Bu sağlandığı takdirde çevre hareketinin bir araya gelmesi gereken emek hareketiyle ortak mücadeleler örgütleme imkanı daha da artacaktır. Başta köylü sendikaları olmak üzere çevre hareketinin emek hareketiyle buluşması, çevre hareketinin bu toprakların mücadele geleneğiyle buluşmasını ve daha tutarlı bir antikapitalist politik hatta yürümesini sağlayacaktır. GAP’ın nasıl hem toplumsal eşitsizlikleri ve hem de toprağın çoraklaşmasını arttırdığı ve kent yoksularının sorunlarının temelinde tarımın yok edilmesi gerçeğinin yattığı açıktır. İşbirliği yerine rekabeti, uzlaşma yerine tahakkümü savunan kapitalizme karşı mücadele için her düzeyde dayanışma zorunludur.
Tarihimizde emekçiler nasıl fındığına, çayına, tarlasına, fabrikasına sahip çıkarken patronlara, ağaya, tefeciye karşı mücadele etmişlerse bugün de aynı antikapitalist mücadele stratejilerine ihtiyaç vardır. Toprak ve fabrika işgalleri, Tariş direnişi, Köy-Koop, “Boğaza Değil Zap’a Köprü Kampanyası”, Orman Kanunu ile ilgili kampanyalar ve benzeri deneyimler çevreciler tarafından hatırlanmalıdır. Siyanürlü altın madenciliğine karşı mücadele ederken Yeraltı-Maden-İş’in deneyim hazinesine başvurmak hiç de zor olmayacaktır.
SONUÇ YERİNE…
Kapitalizmde en başından beri, doğanın elementleri ile insani var oluşun maddi koşulları, birlikte ekonominin alanı içine sokuldu. İçinde bulunduğumuz dönemi kapitalizmin önceki dönemlerinden ayıran temel konuların başında insanlığın gezegen düzeyinde bir ekolojik yok oluş riski ile karşı karşıya olması gerçeği yatıyor. Ezilenlerin bütün kazanımları yok edilmeye çalışılırken doğal varlıkların sömürülmesi konusunda kapitalizm, kendi bindiği dalı kesecek kadar gözü dönmüş bir yağma ve talan sistemine dönüştü. Bütün bunların sorumlusu, kapitalizmin üretmek için üretmek ve tüketmek için tüketmek ideolojisi.
Geleceğimizi korumak için doğal varlıklar üzerindeki mülkiyet yerine gelecek kuşaklara aynen ya da daha iyi koşullarda bir doğa bırakmak ve sürdürülebilir bir insan-doğa ilişkisinin maddi koşullarını yaratmak gerekiyor. Dünya, ancak kaynaklarının kapitalist kar hırsıyla değil, toplumsal ve küresel bir adaletle paylaşımı ve planlanması fikriyle yaklaşan ekolojik felaketten kurtarılabilir.
Türkiye Çevre Hareketi’nin kendi ideolojik ve örgütsel zeminlerinin nüvelerinin ortaya çıkması, gazeteci gözleminin ötesine taşan, kendi mücadele geleneğini yaratmaya başlayan ve toplumsal muhalefetin diğer kesimleri ile ortak bir politik ve örgütsel zemininin tarif edilmesini zorunlu kılıyor. Çevreciler kendi gücüne güvenmelidir. Bundan sonra üzerine konuşulacak ve yazılacak konu; sömürü ve talana karşı, eşitlikten, emekten, özgürlükten, barış ve kardeşlikten yana çevrecilerin nasıl bir araya geleceğidir. Çok zamanımızın kaldığı söylenemez.
Türkiye’nin Bütün Çevrecileri Birleşin!
Av. Mehmet HORUŞ
Metalurji Mühendisleri Odası Metaturji Dergisi – Nisan 2009