Site iconPoliteknik – Halkın Mühendisleri Mimarları Şehir Plancıları

Modern endüstrinin diyolojisi üzerine bir deneme – Ragıp Varol


Bilimsel düşünce, insanın tekniğe ihtiyaç duymasıyla – ya da herhangi bir ihtiyacı üzerinden gelişerek – var olmadı, hâlihazırda kendi doğasının bir parçasıydı. Aksi takdirde, dogmatizm karşısında başarıya ulaşması mümkün olmazdı (Bugün evrene Aristo’nun feneriyle değil, Galileo’nun teleskobuyla bakıyoruz). Dolayısıyla, keşif ve icat, her şeyden önce kâşif ile mucidin varlığına koşullu ve –ister bahşedilmiş ister evrilmiş olsun – bu gerçeklik sayesinde bugün modern bilim-teknik birikimini yaşamın bütün alanlarında kullanabiliyoruz.[1]

Esasen bu ikisinin (dogmatik ile bilimsel) çatışması (bkz. Engizisyon) tarih boyunca hayati olmakla birlikte, süreklidir. Dolayısıyla, günümüzde de bütün yakıcılığıyla mevcut olup, kırılma noktası kuşkusuz sanayi devrimleridir. Nitekim insanlığın en temel çelişkisini emek-sermaye çelişkisi haline getiren makineleşme ve bu olgunun sosyolojik keşfi, yarattığı toplumsal dalgalanmayla birlikte yerel olan her çekişmeyi küreselleştirdi. Başka bir deyişle, kapital dünyayı pazar haline getirdikçe, her köşesi – farklı biçimlerde olsa da aynı öz üzerinden – itirazcılarla doldu. Politik krizler, paylaşım sorununu doğurdu ve nihayet iki tane dünya savaşı gezegende yıkıma uğramamış yer bırakmadı. 1950’lere girildiğinde, ortada iki kutuplu bir dünya vardı ve kırk yıl süren soğuk savaş, Berlin duvarını büyük bir patırtıyla yıkarken, çok geçmeden muzaffer küresel aktör yıldızlı şapkasıyla reverans yaparak sahneye çıktı, bir daha da inmedi.

Kuşkusuz bütün bu süreç, doğal olarak her şeyi kazananının lehine dönüştürdü ve yeniden şekillendirdi. Peki kaşif ile mucit bu sırada nasıl bir işlev gördü? Cevabı için soruyu tersten soralım: dogmatizmin bu sürecin galibine hizmetleri nelerdi? Aslında kilise ile saray karşılıklı özerklik ilan edeli üç yüz yıl geçse de, aralarındaki işbirliğinin mutlakıyeti tartışılmaz bir olgu olarak geçerliliğini koruyor. Nitekim Türkiye’deki siyasal islamın bugün geldiği nokta da benzer şeyi söylüyor. Bu bakımdan, adı liberalizm, faşizm ya da her neyse, söz konusu toplumu hizaya çekmek olduğunda kapitalizmin bütün enstrümanları aynı şarkıyı çalıyor. Dolayısıyla, gezegenin son yüzyılında yaşananlar, inanç, etnik milliyetçilik gibi olguların sistemin politik ihtiyaçlarını karşılama açısından hala hayati bir işlev gördüğünü gösteriyor.

Ne var ki, temel sorun dogmatizmin yalnızca politikada içsel bir olgu olması değil. Asıl sorulması gereken, finans-kapitalin gericileşmesi kavramının gerçekle örtüşüp örtüşmediğidir. Peşinen, dogmatik bir evrenin temeline değişimi koyamayacağımıza göre, dogmatik kodlarla çalıştırılan sistemlerin yenilik üretme becerisine sahip olmadığını söyleyebiliriz. Buna – erken dönemden – en tanıdık ve çarpıcı örnek, Thomas Edison – Nicola Tesla ikiliğidir.[2] Bilim ve teknik, kendi olağan dinamiklerinin dışında bir misyon yüklendiğinde (kar etme, güncel politik ihtiyaçları karşılama, vb.), asli işleyiş ve verimini yitiriyor. Nitekim bugün Türkiye’deki gerici kamplaşmanın sermaye ile ilişkisi – işbirliği – incelendiğinde, baştan aşağı oligarşik yapılanmış bir kolektif emek sömürüsünün militarist ve dogmatik bir tür ilkel ideoloji tarafından yeniden şekillendirilmesinin, ortaya “Yeni Türkiye” adlı bir heyula çıkardığını ve sacayaklarını emekçinin omuzlarına, hatta gelecek kuşakların borçlandırılmasına oturttuğunu görebiliyoruz.[3]

Esasen bugünün Ar-Ge kavramının işlevinin de büyük ölçekte bakıldığında benzer bir dolayıma tabii olduğu açıktır. Zira her şeyin başında üretici sistemler, sınırları ve disiplini borsa tarafından belirlenen bir optimumu referans alarak, yüklü faaliyetin verimini arttırıcı tedbir ve yenilikler açığa çıkarmakla mükellef kılınıyor. Geliştirilen teknoloji kuşkusuz iyileştirici bir işlev görüyor; ancak sınai fayda açısından hayli yararlı olan bu araştırmaların, kolektif emeğin şartlarını yumuşattığını söylemek zor. Tam da bu nedenle, işlevi yalnızca yararlı, ilerici değil. Zaten söz konusu yararın koordinatları, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran zümre(lerin birliği) ve aralarındaki paylaşımın yasalarını düzenleyen komite(ler) tarafından belirleniyor.

Burada bir parantez açmalıyız. Teknolojik gelişmeler insan refahını kuşkusuz arttırıyor; başka bir ifadeyle, teknoloji kavramsal olarak insan refahını arttırmayı da kapsıyor. Ancak bu kurulu sistemin bir pozitif sonucu değil, söz konusu refahın bir arz-talep unsuru (meta) haline gelmiş olmasından kaynaklanıyor.[4] Günümüzdeki cep telefonu teknolojisinin yazılım piyasasıyla bütünleşerek ortaya yepyeni bir talep manipülasyonu açığa çıkarması, bu kurguyla da faaliyetlerini sunulan arzın niteliğiyle kademeli olarak oynama yöntemiyle yürütmesi, belki de bugünün elektronik pazarının en karlı finansal davranışı olarak karşımıza çıkıyor.

Öte yandan, aslında bütün bunların en can alıcı sonucu, ortada devasa boyutlarda devinen ve gün geçtikçe daha fazla iç içe geçen (kompleks endüstri), neredeyse her gün bünyesine yeni bir teknolojik yapı ekleyen küresel üretim mekanizmasının, aynı özveriyi çalışma yaşamının düzenlenmesinde göstermiyor olmasıdır. Bunun – sistemin doğası klişesini derinleştirirsek – iki temel nedeni olduğu söylenebilir. Birincisi, yapılan fizibilite çalışmalarında personelin statüsünün (labour cost) değişmemiş olmasıdır: bu sistemde bir şeyi maliyet olarak değerlendirirseniz, sergileyeceği ilk davranış onu minimize etmek olacaktır. Nitekim bunun Türkiye gibi endüstrisini üretime değil finansa (sıcak para) dayandıran ülkelerdeki yıkıcı sonuçları, taşeron sistemi ve sendikasızlaşmadır.

İkinci yakıcı neden, meslek alanlarının parçalanmasıdır. Başka bir ifadeyle, görev tanımlarının genişletilmesidir. Gün geçtikçe birbiriyle daha fazla kesişen iş kolları, meslek grupları arasında gitgide daha fazla müşterek alan tanımlıyor. Bu ilk bakışta istihdam açısından faydalı gibi görünebilir; ancak büyük resim tersini söylüyor. Çünkü söz konusu istihdam faydasının önkoşulu sosyal devlettir, yani çalışma yaşamının düzenlenmesinde işsizliğin bir veri değil sorun olduğu idare disiplinidir. Bu bakımdan, hâlihazırda kendi kümesinde (ve alt kümelerinde) ihtiyaçtan hayli fazla sayıda yetiştirilen meslektaşlar, endüstride son derece kısıtlı iş imkânlarıyla karşı karşıyayken, bir de büyük ölçekte kesişim kümeleri açığa çıkıyor. Bunun sonucunda meslektaşlar arası rekabet nedeniyle düşürülen ücretler, mesleklerin rekabeti ile daha da aşağı çekiliyor. Dahası, işe alınan personel kendi meslek alanıyla birlikte birçok yan görev üstleniyor.

Bütün bunlar, ortogonel bir büyük resmin merkez noktasını sürekli şişiren, geriye kalanına ise dönüşümlü olarak hareketlilik (çatışma-kaos ya da istikrar-dikta) enjekte eden ve söz konusu kasılıp gevşeme (economic pulse) hareketi sayesinde varlığını daimi kılan bir tür pop-emperyal doktrin üretiyor.[5] Merkeze teknoloji üretimini ve pazarlanmasını koyabilen yerleşik ağır sanayiler, bilimi kendi dümen suyunda (Edisonizm) popülerleştirerek uzun vadede kazanıyor. Bununla birlikte, popüler olana sempati duymanın bedeli, çevredeki ülkelerde onu bir biçimde kopyalayarak ödeniyor. Kolanın ramazan reklamlarına çıkması (kültürel popülizm üzerinden emperyalizm) ile başlayan yozlaşma, yavaş yavaş maskesini çıkarıyor ve – üretim değil – endüstriyel yozlaşma bazlı serbest piyasa ekonomilerine ülkelerin iç-dış siyasetini belirleme inisiyatifi tanınıyor. Sonuç olarak, bu süreksiz durum küresel istikrarsızlıkları tetikliyor ve büyük krizlerin savaşla aşılması (throw-back Thursday) seçeneği her daim devrede kalıyor.

Toparlarsak, endüstriyel gelişmenin bilim-teknikle ilişkisi incelenirken, her olgunun ayrı ayrı somutlanması (ve sosyal bilimin önermeleri ile her aşamada bütünleşmesi) şarttır. Aksi takdirde, bugün kaydedilen hiçbir gelişme temelde insan yararını hedef almayacaktır. Milyarlarca insanın yalnızca bir günde ortalama sekiz saat aktif olarak çalıştığı, tasnif edilemez boyutlarda ürettiği dünyamızın üçte ikisinde halen temel insani problemlerin çözülemiyor olmasının nedeni budur. Teknolojik gelişmenin ölçütü, İsveç’te kollarına çip takılan fabrika işçileri olarak alındığı sürece, bizi reelde herhangi bir ileri noktaya taşımayacaktır. Çözüm için son üç yüz yılın daimi çelişkisinin her ölçekte ve girişimde sorgulanması ve tartışılması yetmeyebilir, ancak algılardaki ağırlaştırılmış perdenin kalkması adına hayli üretici olacağı kesindir. Buradaki ısrar, diyolojik bir anlatının çevrilip çevrilip yeniden yorumlanmasından öte, erdem ve kusurun kaşifle mucide sirayetinin itirafına, ancak bunun dünya üzerindeki bütün sorunlara bahane olamayacağına olan inanca dairdir.

Ragıp Varol / Maden-Mineral Mühendisi

[1] Frederic Lordon, “Kapitalizm, Arzu ve Kölelik” adlı çalışmasında, “birinin arzusu, öbürlerinin etkime gücü ve bunların bir araya gelmesini belirleyen, ücretli emek ilişkilerinin yapısının ürünü olan duygular”dan bahsederken, iki rasyonel unsurun altını çiziyor: ücretli emek ve duygu antropolojisi. İlki Marx, ikincisi Spinoza tarafından çalışılan bu iki olgu, sosyal bilimin günümüz toplumunu inceleme düsturları arasında kuşkusuz en güçlü doktrinlerdir.

[2] Ampulün mucidi olarak bilinen Edison, aslen bir fabrikatördü ve DC (doğru akım) ile elektrik iletimi konusunda ABD’de büyük bir ağ kurmayı, bu sayede önemli miktarda gelir elde etmeyi amaçlıyordu. Tesla ise, enerji tüketim ve iletim maliyetlerini astronomik ölçülerde düşüren AC (alternatif akım) sistemini icat etti (Buluşlarının neredeyse tamamı, bugünün mekanik ve elektroniğine temel teşkil ediyor).

[3] Osmangazi Köprüsü, Üçüncü Köprü, Kanal İstanbul gibi çılgın projelerin maliyetleri, dolara endekslenen geçiş ücretleri ve iş bazlı vergilendirme yöntemleriyle karşılanıyor.

[4] Edison’ın DC ampulü, Tesla’nın AC ampulü ve floresan lambası ile aynı ihtiyacı karşılamıştır. Aralarındaki temel fark, ilkinin maksimum finansal fayda, ikincisinin maksimum tasarruf amaçlı endüstriyel ürün olarak sunulmasıdır.

[5] ABD dış politikasını evrelere böldüğümüzde, Baba Bush, Clinton, Oğul Bush, Obama yani Afganistan savaşı, barış dönemi, Irak savaşı, barış dönemi şeklinde bir tabloyla karşılaşmamızın nedeni, aşağı yukarı budur. Bir bakıma, buradan Trump döneminde Suriye’de ne olacak sorusunun yanıtı da devşirilebilir.


Exit mobile version