Koronavirüs günlerinde salgının yayılımının önlenmesi ülkenin en önemli gündemi. Halk bir yanda sağlığını korumaya çalışırken bir yanda hayatta kalmaya çalışıyor.
Milyonlarca insanın salgın şartlarında geçim derdine düştüğü bir gerçek. İhtiyaçların başında gelen gıda, gerek fiyatlardaki artış, gerek üretim koşullarındaki krizle yine gündemimizde.
Salgınla birlikte tarımsal üretimde sorunların derinleştiği ve gıda krizi ile karşılaşılabileceği tartışılıyor.
Gündemi, Uludağ Üniversitesi’den ziraat mühendisi Prof. Dr. Ertuğrul Aksoy ile konuştuk.
Politeknik: Dilerseniz genel tabloyu yansıtarak başlayalım. Tarımsal üretim ne durumda, Türkiye salgın koşullarına hazırlıklı mı yoksa hazırlıksız mı yakalandı, stoklar yeterli mi, tarımda hangi ürünlerin yetersizliği gıda krizine neden olur?
Ertuğrul Aksoy: Koronavirüs salgınına sadece Türkiye’nin değil tüm dünya ülkelerinin hazırlıksız yakalandığı söylenebilir. Tarımsal üretim; salgının sağlık konusunda yarattığı ciddi sorunlar, salgının yayılımını engellemek amacıyla alınan önlemler ile bu önlemlerin çoğunlukla sanayi, hizmet, turizm sektörleri ekseninde yarattığı veya yaratacağı ekonomik kayıpların gölgesinde kaldı.
Üreticiler ve tarım işçilerinin önemini, vazgeçilmezliğini ve çok daha öncelikli desteklenmesi gerektiğini; insanların marketlerde, pazarlarda beslenme ve gıdaya erişme kaygılarının oluşturduğu görüntüler ülkemizi yönetenlere bir kez daha gösterdi. Yıllardır konunun uzmanları, halktan, emekten, üretici ve üretimden yana insanlar geçmiş yıllarda olduğu gibi hayvancılıkta, tarımsal üretimde (özellikle buğday, pamuk, mısır, pirinç, ayçiçeği, baklagiller ve yem bitkileri gibi stratejik ürünlerde) ülkenin kendine yeterliliğini savundular. Buna rağmen 2000’li yıllardan sonra özellikle de AKP’li dönemde, yoksullaştırılan üreticiler üretemez duruma getirildi, tarım arazileri boş kaldı. Küçük üreticilerin, aile işletmecilerinin yoksullaşmasını, borçlanmasını, zayıflamasını sağlayarak tarımda çöküş sürecinin hızlandırıldığı söylenebilir. Küçük ölçekli çiftçiler, aile işletmeleri üretimi terk etmek zorunda bırakılırken, verilen desteklerle sayıları her geçen gün artan kar amaçlı tarım şirketlerine dayalı bir yapı oluşturulmaya çalışıldı. Dolayısı ile 2000’li yıllar küçük üreticilerin yoksullaştığı, arazilerini ve en iyi bildikleri işlerini kaybettikleri yani işsizleştikleri bir dönem oldu.
Tarımla uğraşan nüfusun üçte ikisinden fazlasının yıllık geliri 2 bin doların altında. Yoksullaşan, borçlanan çiftçiler tarımdan koptu, tarlalar ve meralar yani 3,2 milyon hektar arazi boş kaldı. Bu dönemde çiftçilerin yüzde 20’si tarımdan uzaklaştı, tarımın istihdamdaki payı her geçen gün azalarak, yüzde 35’lerden yüzde 19’lara geriledi. Tarımın milli gelirdeki payı da yüzde 10’dan yüzde 6’ya düştü.
2006 yılında yürürlüğe giren Tarım Kanunu’nun 21. Maddesi’ne göre, milli gelirin en az yüzde 1’inin tarımsal desteklemeye ayrılması gerekiyor. Bu rakam uzun dönem ortalaması olarak yüzde 0,5 civarında gerçekleşti. Başka anlatımla kanunun yürürlüğe girdiği dönemden günümüze verilen destekler (103 milyar TL) dikkate alındığında çiftçiler iktidardan 121 milyar TL alacaklı durumda.
Üreticiler ülkemiz tarımının en temel sorunu olan ve çoğu ithalata dayalı yüksek girdi maliyetleri altında ezildi. Bu süreçte tarım ürünlerinin çiftçinin elinden çıkış fiyatları 3 kat artarken, tarım girdilerinin fiyatları 5 kat arttı.
Tarım ve hayvancılıkta verim artmış olmasına rağmen tarımsal ve hayvansal üretimde gerileme yaşandı, artan nüfusun gereksinimlerini karşılayacak üretim artışı sağlanamadığı gibi ithalata bağımlı hale gelindi. Dolayısı ile geçmişte tarımsal üretimde kendine yeten 7 dünya ülkesinden biri iken birçok stratejik tarımsal üründe, hayvancılıkta ithalata bağımlı hale geldik. Buna rağmen Tarım Bakanı basın açıklamasında “Türkiye, tarım alanında Avrupa’nın birinci ülkesi. GSYH’deki tarımsal büyümede Avrupa’da birinci dünyada yedinciyiz” dedi.
Mısır, pirinç ve ayçiçeği dışındaki ürünlerde istikrarsız bir üretim yapıldı, yani ya bir önceki yıla eşit veya daha az üretimler gerçekleşti. Nohut, kuru fasulye, kırmızı mercimek üretiminde ciddi düşüşler yaşandı. Geçmiş yıllara göre üretim artışı sağlanan mısır, pirinç ve ayçiçeği de ithalattan kendine düşen payı aldı.
Son 15 yılda toplam 189 milyar dolarlık tarımsal hammadde ve gıda ürünü ithalatı yapıldı. Bu kapsamda 50 milyon ton buğday, 23 milyon ton soya, 16 milyon ton mısır, 12 milyon ton pamuk, 9 milyon ton ayçiçeği, 5 milyon ton pirinç ithal edildi. Pamuk ithalatına 20, buğday ithalatına 13,7, soya ithalatına 10, ayçiçeği ithalatına 5, mısır ithalatına 4, pirinç ithalatına 2,3 milyar dolar ödendi.
İthalatın başladığı 2010 yılı Ağustos ayından bu yana 3,9 milyon büyükbaş, 2,8 milyon koyun-keçi olmak üzere toplam 6,7 milyon baş canlı hayvan ve 275 bin ton kırmızı et ithal edildi. İthalat için 7,1 milyar dolar ödendi. 1980’li yıllarda yaklaşık 44,7 milyon nüfusumuza karşılık 81.4 milyon baş (küçük ve büyükbaş) hayvanımız yani kişi başına 1,8 baş hayvan düşerken günümüzde tüm teşviklere, ithalata ve alınan ‘önlem’lere rağmen 68.067 küçük ve büyükbaş ile kişi başına düşen 0,8 baş hayvanla 40 yıl öncesinin çok gerisindeyiz.
Derlediğim ve sizlere sunduğum bu veriler (TUİK verileri, çeşitli araştırmalar ve ziraat mühendisi Dr. Necdet Oral’ın da verileri) göz önüne alındığında tarımsal üretimin salgın koşullarına hazırlıklı olmadığı net bir şekilde görünüyor.
Asıl kriz, üretimi yapılamayan ürünler nedeniyle değil de her geçen gün ton başına ödenen dolar cinsinden bedeli artmasına rağmen ithal edilmek zorunda bırakılan mısır, ayçiçeği, soya, pamuk gibi hatta buğday gibi ürünlerin kuraklık, doğal afetler veya şimdi yaşadığımız koronavirüs salgını nedeniyle ihracat kısıtlamalarına uğramış olması nedeniyle yaşayacağımız krizdir.
”Dünya genelinde en fazla buğday ithal eden 3 ülkeden biri Türkiye”
TMO tarafından son aylarda yapılan ekmeklik buğday ithalatında buğdayın tonuna 11 Mart 2020’de 225 $, 27 Mart’ta 249 $, 10 Nisan’da 240 $ ödendi. ABD Tarım Bakanlığı’nın Nisan 2020 tarihli ‘Dünya Pazarları ve Ticareti Raporu’na göre, Türkiye Mısır ve Endonezya’dan sonra en fazla buğday ithalatı yapan 3 ülkeden biri.
Dolayısı ile rapordaki veriler tüm dünyada olduğu gibi ülkemiz açısından da üretiminde çok yoğun iş gücü gerektirmeyen temel ürünlerde (buğday, mısır, çeltik vb.) hem stoklar hem de gelecek yılki üretimler açısından ciddi bir sorunun, krizin yaşanmayacağını gösteriyor. Temel sorun ülkemiz gibi ekonomisi üretimle değil de dışarıdan alınan borçlarla yürüyen ülkelerde üretemediği durumlarda gereksinilen ürünlere ödenecek dövizin bulunamaması nedeniyle iç piyasada yaşanacak fiyat artışlarının pazara yansıması ve düşük gelirlilerin, yoksulların beslenme sorunları ile karılaşmasıdır.
Yakın dönemde patateste, geçmişte de ayçiçeğinde, mısırda ve buğdayda olduğu gibi son yıllarda sık sık başvurulan bir yöntem haline gelen hasat dönemlerindeki ithalat izinleri üreticilerin ürünlerinin tarlada kalmasına ve zarar etmelerine neden oluyor. Bu nedenle üreticiler üretimden kaçınır veya üretemez hale geliyor. Bu durumun koronavirüs salgını ile de ilgisi yoktur. Salgın sadece, politika haline getirilmiş ithalat yöntemiyle temin edilecek ürünlere çok daha fazla döviz ödememize neden olacak. Ta ki yıllardır savunulan ve mücadelesi verilen ‘ithalata değil üretime ve ülkemiz üreticisini destekleyen tarım politikaları’ uygulanıncaya kadar.
Politeknik: Yeni mahsül için ekime hazırlanma ve dikim zamanı. Pek çok üretici sokağa çıkma yasağı kapsamında. Tarım işçisi topraksız köylülerin ve mevsimlik işçilerin göçü gerçekleşemiyor. Mevsimlik tarım işçileri ile ilgili çalışmalar da yapmıştınız. Bu bağlamda tarımda işgücü sorunu çözülebilecek mi, kalıcı olarak nasıl çözülmeli?
Ertuğrul Aksoy: Temel ve her geçen gün daha da ciddi boyutlara ulaşan sorunlardan birisi de, tarımsal üretimin; barındıran, besleyen ve kazandıran bir üretim olmaktan uzaklaşması nedeniyle yaşanan tarımsal üretimden kaçış ve sonucunda meydana gelen kırdan kente göçtür. Tarımın istihdamdaki payı; ekonomik kriz dönemlerinde sanayi, hizmet sektörlerindeki daralma sonucu tarım sektörüne dönüşün yaşandığı yılların dışında sürekli olarak azaldı. Yani AKP iktidarının uygulamakta olduğu yanlış politikalar nedeniyle çiftçiler tarımdan koptu/koparıldı/koparılıyor. 2002 yılında tarımdan geçimini sağlayan çiftçi sayısı yaklaşık 7,5 milyon kişi iken, 2018 yılı sonunda 4,5 milyon kişiye geriledi. Yani 3 milyon çiftçi tarımdan koptu. 2002 yılında tarımın istihdamdaki payı %34,9 iken, 2018 yılı sonunda % 17,3’e düştü.
Üretici sayısındaki azalmadan daha büyük bir sorun ise tarımsal üretimin kırsalda yaşlılara kalması, tarımdan kopuşun genç nüfusta daha fazla oluşudur. Bu koşullarda tarımsal üretimin geleceği; sayıları 1 milyon 250 binden fazla olan ve büyük çoğunluğu sosyal bir güvenceye sahip olmayan, kaderleri elçilere ve dayıbaşlarına terk edilmiş mevsimlik/geçici tarım işçilerine düşüyor. Ülkemizde salgının nispeten diğer ülkelere göre daha geç görülmesi mevsimlik tarım işçilerinin karantina öncesi büyük çoğunluğunun çalışma bölgelerine ulaşmalarını sağladı. 18 yaş altı gençlere getirilen sokağa çıkma yasağı ile illerde giriş ve çıkışlara getirilen yasakların tarımsal üretim bölgelerinde yaratacağı sıkıntıların anlaşılması üzerine mevsimlik fide, çapalama, budama, hasat vb. yoğun işgücü gerektiren tarımsal işlemler için mevsimlik tarım işçilerine ayrıcalık tanındı. Elde edilecek izinlerle işçilerin çalışma bölgelerine gidiş ve çalışma problemleri aşılmış durumda. Bu izinlerin öncesinde yoğun işçilik gerektirmeyen kışlık ve yazlık ürünlerin mekanizasyona dayalı ekim işlemleri salgın öncesi tamamlanmış olduğundan işçilik konusunda bir sıkıntı yaşanmadı.
Ancak mevsimlik tarım işçilerinin barınma, beslenme sorunlarının, salgından korunmalarını sağlayacak sağlık önlemleri gereken ciddiyette alınmadı. Hem tarımsal üretim mevsimlik tarım işçilerinin hem de tarladan sofraya uzanan zincirde tüketicilerin sağlığı ve güvenliği açısından alınacak önlemler veya yapılacaklar hala belirsizdir.
Güvenceden yoksun mevsimlik tarım emekçilerinin salgın nedeniyle hayati sorunları bulunuyor. İzin başvurusunda bulunan mevsimlik tarım işçileri ile kısıtlama öncesi üretim alanlarına ulaşanların tamamına COVID 19 testi yapılmalı, yerleşim, barınma, beslenme ortamları sağlıklı ve yaşanabilir standartlarda hazırlanmalıdır.
Mevsimlik tarım işçilerinin tamamının sosyal güvenceye kavuşturulması, barınma, beslenme, sağlık, eğitim ve sosyal ayrımcılık veya dışlanmışlık konularında yaşadıkları sorunların çözülmesi tarımsal üretimin sürdürülebilirliği açısından yaşamsal öneme sahiptir. Bu sorunlar çözülmediğinde gelecek yıllarda tarımsal üretim yapılamayacağı açıktır. Girdi maliyetleri altında ezilen ve ciddi anlamda zarar eden üreticilerin bir de işgücünden yoksun kalarak üretmez duruma gelmeleri, tarımın; küçük üreticilerin tamamen tasfiye olduğu tarımın bütünüyle şirketleşmiş bir yapıya dönüşmesine yol açacak.
Politeknik: Tüm dünyada gıda fiyatları düşerken, Türkiye’de hep yükseliyor. Bu yıl da dünya genelinde gıda fiyatları %4 düşerken biz de %4 ve üzeri yükseldi. Salgın koşullarında bizi ne bekliyor, gıda fiyatları daha da yükselecek mi?
Ertuğrul Aksoy: Gıda üretiminde gereksinilen tarımsal ham maddelerinde geçmiş senelere göre sürekli olarak fiyat artışı olduğu söylenebilir. Söyleşimizin daha önceki bölümlerinde verdiğimiz örneklere bakıldığında geçmişe oranla temel ham maddelerin fiyatlarında ciddi artışların olduğu görülecektir. Bu durum arz ve talep dengesine bağlı olduğu kadar ekonomik anlamda güçlü ve ihracatçı ülkelerin kendi üreticilerini destekleyerek, üretim maliyetlerinde sübvansiyon uygulayarak üreticilerine ürettirdikleri fazla ürünlerin arzında, piyasa fiyatlarının belirlenmesinde küresel tekel veya güç olmalarından kaynaklanır.
Destekten, sübvansiyondan yoksun girdi maliyetlerinin yüksekliği nedeniyle pahalı üretmek zorunda kalan yerli ve küçük üreticiler küresel üreticilerle rekabet edememektedir. Bu gibi ülkelerde üreticiler ürünlerini üretim maliyetlerine veya altında bir fiyatla satmak zorunda kalarak zarar ediyor sonuç olarak da üretimden çıkıyorlar.
Bu durumu üreticileri mutlu etmeyen neredeyse üretim maliyetinde açıklanan (gerçekte 2000 TL olması gereken) 1650 liralık buğday taban fiyatı ile açıklayalım. Açıklanan taban fiyat baz alındığında yerli üreticinin ürettiği buğdayın ton fiyatı 233$. Polatlı Ticaret Borsası’nın 5 Mayıs 2020 tarihli Piyasa Analiz Bülteni’ne göre koronavirüs günlerinde bile Samsun ve Antalya limanlarındaki Rusya menşeli ithal ekmeklik buğdayın ton fiyatı 233-245$. Bizim üreticimiz ise desteklenmediği için bu fiyatlarla üretimi sürdüremez hale geliyor. TMO tarafından zaman zaman bir kısıtlama olmaksızın ithalata devam edildiği de dikkate alındığında buğday üreticimizi yine zorlu günler bekliyor.
Sadece buğdayda değil mısır, pirinç ve pamukta da üretim fiyatlarımız uluslararası piyasa fiyatlarına ya yakın ya da çoğunlukla yüksektir. Ucuz ithalat ile üretici fiyatları baskılanıyor, çiftçi zarar ettiriliyor, üretemez hale getiriliyor.
Politeknik: İthalata bağımlı bir tarım politikası sürdürülebilir mi? Fiyatları dengelemek için başka çözümler yok mu?
Ertuğrul Aksoy: Bu sorunun yanıtı; ithalata bağımlı bir tarım politikasının sürdürülebilir olmadığıdır. Doğal afetler, küresel ısınma veya kuraklık nedeniyle tarımsal üretimde yaşanan darboğazı aşmak için zorunlu durumların dışında ülke tarımı ve üreticilerinin geleceği açısından tarımda ithalat yöntemine başvurulmamalıdır. Özellikle de ülkemiz koşullarında rahatlıkla üretilebilecek temel ham maddelerin üretimi desteklenerek artırılmalı, bu ürünlerde kesinlikle ithalata dayalı bir politika uygulanmamalıdır. Bu durum iki temel nedenle önem taşır, birincisi üreticilerin desteklenmesi ve üretimde kalmalarının sağlanması, ikincisi ve en önemlisi ise kriz dönemlerinde parasal imkan olsa dahi üretim gücünü elinde bulunduran ülkelerin getirdikleri ihracata dönük kısıtlardan etkilenmeden halkın gıda güvenliğinin garanti altına alınmasıdır.
Ürünlerde fiyatların dengelenmesi ise şu iki koşulda sağlanır:
i- Toplumun ve tarıma dayalı sanayinin gereksindiği ürünlerin, üretim miktarlarının ve fazlasının belirlenmesini sağlayacak üretim planlamasının yapılması,
ii- Desteklenen, girdi maliyetlerini artıran verimi azaltan altyapı sorunlarının giderildiği, ülke tarımını, küçük üreticileri, üretimi ve ihracatı önceleyen bir tarım politikasının uygulanması.
Politeknik: Geçmişten günümüze tarımda kendi kendine yeten bir ülkeden gıda krizini tartışan bir ülkeye nasıl dönüştük?
Ertuğrul Aksoy: Emekten, üretimden, üreticiden ve ülke insanından yana bir tarım politikasının uygulanmaması ile mevcut duruma geldik.
i- Kamunun sağladığı sübvansiyonların, üreticiye doğrudan ya da dolaylı olarak verilen desteklerin ya tümüyle ya da aşama aşama kaldırılmış olması; üretim, maliyet ve pazar durumunu dikkate alarak üretimde ve girdi maliyetlerinde düzenleyici, destekleyici, sübvanse edici rol oynayan Kamu İktisadi Kuruluşları’nın; KİT’lerin (TZDK, EBK, TÜGSAŞ, YEMSAN, TEKEL, Çukobirlik vb.) kapatılmış yada özelleştirilerek üreticinin yalnızlaştırılmış olması,
ii- Neoliberal politikalar sonucu sürekli olarak artan girdi maliyetlerine rağmen değişmeyen veya sabit kalan ürün fiyatları nedeniyle borçlanarak yoksullaşan çiftçilerin bir bölümünün ya üretimden çıkması ya da verim artırıcı etkisi olan girdileri kullanmaktan, yatırımlardan vazgeçme noktasına gelmesi,
iii- Bu politikalarla tarım arazilerinin boş kalması, üreticilerin üretmez hale getirilmesi, yani ithalata dayalı tarım politikası,
tarımdaki çöküşün temelleridir.
Tarım ve üreticisinin kalkınması, kooperatifleşme ve kooperatiflerin gıda sanayisinin ucuz tedarikçisi değil kamusal tarım kuruluşlarının ortağı haline getirilmesi ile gerçekleşecektir.
Politeknik: Dünya, 40 yıldır bir yeni bir salgınla karşı karşıya kalıyor. HIV, Ebola, Mers, Sars, şimdi de Sars-Co2 (Covid-19). Bilim insanları; iklim değişikliği, endüstriyel tarım için yeni tarım alanları açılması, enerji ve madencilik için vahşi doğa alanlarının tahribi gibi etmenlerin salgınlardaki etkisini tartışıyor. Doğayla uyumlu, temiz ve güvenli gıdayı üretecek, olası başka salgınlarda da bir gıda krizinin yaşanmayacağı bir tarım politikası mümkün mü? Nasıl bir tarım politikasına ihtiyacımız var?
Ertuğrul Aksoy: Doğa dostu, çevreyle uyumlu, gıda krizlerinin yaşanmasını önleyecek bir tarım politikası mümkündür. Söz konusu tarım politikasının bana göre üç temel yaklaşıma dayanması gerekir:
i- Başka canlıların da yaşam haklarına saygılı, sadece beslenme amacıyla daha az tüketime dayanan insan gereksinimleri oranında yani ticarete konu olmayan bir tarımsal üretim
ii- Tarım ve hayvancılık faaliyetleri sonucunda üretilen ürünlerin ve gıdaların küresel ölçekte adil ve eşit paylaşımı
iii- Para kazanma veya rant elde etme hırsı nedeniyle doğal hayata terk edilmesi gerekir iken doğadan ve diğer canlılardan çalınarak tarımsal üretime açılan toprakların, kullanılarak kirletilen suyun, mera alanlarının gerçek işlevlerine tekrar kazandırılması.
Koronavirüs salgını ve mevcut politikaların yaşadığımız dünyayı getirdiği hal, yukarıda açıklanan yaklaşımla tarımsal üretimi uygulayabileceğimizi veya uygulamamız gerektiğini bir kez daha hatırlattı.
Koronavirüs veya daha ciddi bir virüs salgınıyla, kuraklıkla, küresel ısınmayla, taşkınlar ve orman yangınlarıyla yok olmayan bir dünya, ülke istiyorsak daha fazla geç kalmadan doğanın bize değil bizim doğaya ait olduğumuzu kabullenmeliyiz. Doğanın biz olmadan da var olabileceği gerçeğine dayanan bir yaşam kurmalıyız. Geleceğimiz bu düşünce ve anlayışın tüm dünyada hakim olmasına bağlıdır.