Site iconPoliteknik – Halkın Mühendisleri Mimarları Şehir Plancıları

Gökçek’in rezidansları mı, Eymir’i kurtarmak mı? – Murat Yıldız


Baştan belirtmek gerekir ki kapsamlı ve zengin içerikli bir çerçeve sunma gayretiyle başlıyorum bu yazıya. Eymir mücadelemizi, ODTÜ’lüler olarak çabalarımızı, Eymir Festivalini ve geleceği mevcut deneyimlerle değerlendirmeye çalışacağım. Biraz serbest vezin ilerleyeceği için de hata, yanlış veya eksiklikler olacaktır, şimdiden affola.

Eymir Festivali – Yola çıkarken
Türkiye özelinde bakıldığı zaman kampüsü içinde göl bulunan tek üniversite ODTÜ. Mogan Gölü ile birlikte 1900’lü yıllarda oluştuğu tahmin edilen, Ankara’nın güneyinde, ODTÜ ormanına komşu olan bu gölün adı Eymir. Eymir Gölü’nü “özel” kılan nedir peki? Eymir’i, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek’in ve onun kol kanat gerdiği inşaat sermayesinin “cazibe” merkezi yapan nedir? Denizi olmayan Ankara’da, göl manzarasına sahip konutlarda yaşamanın, evinizin hemen önünde içinde onlarca canlı türü barındıran, doğal kalmayı başarabilmiş bir ‘Göl’ün bulunmasının, içinde bulunduğumuz düzenin pazarlama diliyle bir “ayrıcalığı” vardır şüphesiz.

Peki, Eymir’in meta değeri üzerinden onunla ilgilenenleri bir tarafa bırakırsak Eymir’le ilgilenen başka kimler kalıyor geriye? Tabi ki de bizler… Biz kimiz? Öğrenciler, ODTÜ’lüler, Ankaralılar, Eymir’in yakın çevresindeki köylüler, kafa ya da kol emekçileri, işsizler, gezginler, doğaseverler, kentin baş döndüren hızından yorgun düşüp kafa dinlemek isteyenler… Eymir bizim için de “özel”. Ama, Eymir’in kıyısından köşesinden arazi koparabilmek için ellerini ovuşturan arazi mafyalarının, Eymir’in tepelerinde yükselen konutların yapım faaliyetleri bir an önce bitsin diye uğraşan ve sermayelerine sermaye katan müteahhitlerin, ODTÜ’ye savaş açan Gökçek’in Eymir’i algılayışıyla bizimki aynı olabilir mi? Mümkün değil.

Biz Eymir’in doğal kalmasını, içindeki canlı çeşitliliğinin, ekosisteminin korunmasını, kısaca Eymir’in çevresindeki bütün tehditlere rağmen ayakta kalarak yaşatılmasını savunuyor ve bunun için mücadele ediyoruz. Kamunun kullanımına açık olmasına rağmen Eymir Gölü’ne proje yapmak için ‘Eymir’i halka açacağız’ diyerek yalan propaganda yapan bir büyükşehir belediye başkanı ile nasıl aynılaşabiliriz ki? Bu, doğrudan doğruya politik bir söylemdir. “Halk”ın Melih Gökçek’teki karşılığı üst gelir gruplarıdır. Şirketlerle işbirliği içinde Eymir’in yakın çevresindeki arazileri firmalara, dolayısıyla da üst gelir gruplarına, AKP’li inşaat sermayesine peşkeş çeken Büyükşehir Belediyesi’nin kendisidir. Dolayısıyla aylık kazancıyla ancak aile giderlerini karşılayabilen mütevazı bir aile buradaki evlerde yaşayabilecek midir? İmkânsıza yakın. O zaman bu yazıyı okuyanların aşağı yukarı hem fikir olabileceği üzere Gökçek, Ankaralıların düşüncelerini manipüle ederek ODTÜ’yü ve ODTÜ arazisini, ODTÜ’nün temsil ettiği değerleri hedefine almaktadır ve “halka açma” söylemiyle kendi vatandaşını kandırmaktadır.

Eymir’i bugünün toplumsal politik mücadele konusu haline getiren ve hepimizin bildiği ana siyasi çerçeve kısaca bu olduğuna göre asıl konuşulması gereken bizim neyi savunduğumuz, çeşitlilikleri içinde barındıran toplumsal gruplar olarak bizlerin sermaye karşısında Eymir’i hangi ortak değerlerle ve nasıl savunmamız gerektiğidir.

Eymir’i savunmak
Eymir Gölü, kent merkezine sadece 20 km uzaklıkta. Kızılay’dan dolmuşla ya da otobüsle yarım saatte ulaşabiliyorsunuz. Kentle bu kadar iç içe olan ve sunduğu zengin peyzaj ve doğal çevresiyle hem kente bu kadar yakın hem de doğal/yapılaşmamış kalabilen çok önemli bir bölgenin sınırları içinde kalıyor Eymir. Eymir Gölü, İmrahor Vadisi’nin sınırları içinde. Bir zamanlar derelerin, vadilerin kenti olan Ankara’nın asıl kimliğinin bir parçası olarak karşımızda duruyor.

Eymir’i ve yakın çevresini daha kolay kavrayabilmek için, Göl’e, Mühye köyü yolu üzerinden gitmenizi tavsiye ederim. Kıvrıla kıvrıla Eymir’e çıkan ve İmrahor deresini takip eden bu yoldan geçtiğiniz zaman Ankara’nın ve Ankara’nın kırı ile kentinin yaşadığı çelişkileri, Ankara’nın kaybolan kent kimliğini ve arazi spekülasyonunu yakinen gözlemleme imkânı bulacaksınız. Bir anda karşınıza inekler, koyunlar, dereler, küçük göletler, yeşillikler, ormanlar, meyve bahçeleri, köyler ama bir yandan da eğimli yamaçlarda yükselen yüksek katlı konut kütleleri, hızla inşa edilen beton bloklar, inşaat makinelerinin çölleştirdiği dağlar, rant avcılarını bekleyen başıboş araziler de göreceksiniz. Yani içinde barındırdığı bütün çelişkilere rağmen Ankara’nın kırını nasıl bir kentsel tahayyüle terk ettiğini can yakıcı biçimde gözlemleyeceksiniz. Elbette kente bu kadar yakın bir alanda yer alan bir kırsal dokunun ne kadar “kırsal” kalabildiği ve bu alanın kullanıcılarının da ne kadar kırsal olana özgü üretim/yaşam biçimi taşıdıklarını bir kenara koyarsak…

Ama netice itibariyle Ankara’nın en önemli vadilerinden olan İmrahor Vadisi ve Eymir Mogan Göllerini içeren sulak alanın kent için ne kadar önemli olduğunu net bir biçimde ifade etmemiz gerekir. Bu alan önemlidir çünkü içinde yüzlerce kuş ve canlı türü barındırır; kendine has bir mikrokliması vardır; Eymir Gölü doğal ve arkeolojik sit alanı, Ankara’nın (ODTÜ ormanıyla birlikte düşünüldüğünde) ormanlaştırılmış akciğerleri olarak bugünlere kadar büyük oranda korunmuştur. Üstelik aynı su toplama havzasında yer alan Mogan ve Eymir Gölleri’nin 1900’lü yıllarda oluştuğu tahminini göz önünde bulundurursak yaklaşık 120 senedir Ankara’nın orta yerinde kelimenin tam anlamıyla direnen bir alandan bahsediyoruz. Bunun en önemli temsili de Eymir Gölü’nde vücut buluyor. Neye direniyor peki Eymir? Betona, çarpık kentleşmeye, kirliliğe, yıkıcı insan faaliyetlerine (örneğin Gölbaşı Düzlüğü olarak bilinen ve Mogan – Eymir Gölü arasında kalan alanda zamanında yürütülen ve alana ciddi bir kirlilik tehdidi oluşturan taşçılık faaliyetleri gibi), belediyelere, şirketlere, her metrekareyi hızla rant getirisi yüksek beton yığınlarına çeviren anlayışa inatla, ısrarla direniyor. 1957 yılında kamulaştırılarak özel bir kanunla ODTÜ’ye tahsis edilen Eymir Gölü, ODTÜ bileşenlerinin Göl’e sahip çıkmasıyla bugünlere kadar korunarak yaşatılabilmiş.

Peki ya bugünden sonra? İmrahor Vadisi’ni, Gölbaşı bölgesini düşündüğümüz zaman, Eymir Gölü’nün çeperindeki konut projelerine baktığımız zaman bugün Eymir için, İmrahor Vadisi için tehlike çanları çoktandır çaldığını söyleyebiliriz. Bunu Mühye Köyü (Yeşil Kent) yolundan Eymir’e uzanan o dar yolda, çevrenizdeki “sahipsizlikten” anlıyorsunuz. Tam anlamıyla “sahipsizlik”… Demek ki bizi bir araya getiren en temel kavramı bulmuş olduk. Sahiplenme duygusu. Bizi dışlayan, hiçbir biçimde sürece müdahil etmeyen bir kentsel dönüşüm ve belediyecilik anlayışına karşı kırı, doğal peyzajı yutan ve kır – kent çelişkisine yaklaşım bakımından kırı yutmaktan başka da hiçbir çözüm geliştiremeyen kapitalist kentleşmeye karşı “Buranın sahibi biziz arkadaş!” deme ihtiyacıdır bizi Eymir’i savunmaya iten dürtü. Öyle değil mi?

Eymir nasıl savunulmalı?
Peki… Savunmamız gerekiyor Eymir’i onu anladık. Ama nasıl? Bizler de bu kaygıdan hareketle ODTÜ Mimarlık Fakültesi Topluluğu olarak uzunca bir süredir bu konu üzerinde düşünüyoruz. Ne yapabiliriz? Nasıl farkındalık yaratırız? Bu amaçla üzerinde çalıştığımız ve düşündüğümüz bir “Eymir Festivali” fikri çıktı ortaya. Bir yandan Eymir’deki yapılaşmaya tepki göstermek ve ‘Göl’ün asıl kullanıcılarının bizler olduğunu vurgulamak, bir yandan da Eymir’i düşünsel pratiklerimizde bir yere oturtabilmek için etkinliklere, atölyelere ihtiyacımız vardı. Buradan hareketle küçük bir ekip, elimizi taşın altına koyduk, hepimiz için son derece yorucu ve yıpratıcı da olsa gönüllü bir sürecin başlangıcını, kolektif bir emek faaliyetiyle başlatmış olduk. Meslek odalarıyla, derneklerle, kurum ve kuruluşlarla, öğrenci topluluklarıyla, ODTÜ’lü öğrencilerle, sivil inisiyatiflerle, köylülerle temas ettik, onlarla fikir alışverişinde bulunduk. Bizim de yeni şeyler öğrendiğimiz bir süreç oldu bu aslında. Örneğin bizlere maddi – manevi birçok destekte bulunan ODTÜ Mezunlar Derneği’nin bir Eymir Komisyonu olduğunu öğrendik. Eymir’i dert edinen birçok kişi ve kurum olduğunu öğrendik. (Tabi çaldığımız birçok kapıdan da destek görmedik.)

İlk derdimiz şuydu: Eymir’in yakın çevresindeki yerleşimlerde yaşayan insanlarla temas etmeli ve Eymir’in asıl kullanıcıları olan halkı bir biçimde Festival’e dâhil edebilmeliydik. Bu amaçla örneğin Yaylabağ Köyü’ne gittik. Aslında İmrahor Vadisi sınırlarında yer almasa da Eymir’e 5 km mesafede olan bu köyde çok az vakit geçirmemize rağmen, köylünün Eymir’i benimsediğini görüp umutlandık. Öyle bir noktaya gelmişti ki bu, Eymir ile Mogan Gölü’nü betimleyen ve nesilden nesle aktarılan bir mit olduğunu öğrendik bu köyde doğup büyüyen bir üniversite öğrencisinden. Ancak maalesef kendi kendine geçimlik üretim yapan, tarım ve hayvancılıkla geçinen bu köyde köylüleri Festival’e dâhil etme noktasında başarılı olamadık. Ama Eymir’e yönelik düşüncelerimiz uzun erimli olduğu için bu konuyu gündemimizde tutmaya devam edeceğiz ve bir biçimde göl ile temas halinde olan bu küçük ama değerli insanlarla olan bağlarımızı kuvvetlendireceğiz.

İkinci bir derdimiz, Eymir’e dair çalışmalar yürüten, Eymir’in yaşadığı sorunları kendisine dert edinen örgütlülüklerle, birbirimizden habersiz oluşumuzu kırabilmeliydik. Nitekim bunu büyük oranda başardık. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Topluluğu olarak Eymir’e yönelik yaşanan olumlu olumsuz her sürecin bir parçası olduğumuzun birazcık daha bilincindeyiz. ODTÜ yolu gibi başarısız yürütülen bir örnek varken önümüzde bunun bir benzerini de Eymir’de yaşamamak için dayanışma halinde olunacak önemli bir paydaştır artık Mimarlık Topluluğu.

Peki dünya üzerinde yükselen kent – doğa mücadelelerini, politik bir perspektifle tartışmak zorunda mıyız? Cevabı çok net: Kesinlikle! Ve Eymir bunun en önemli kanıtı. Çünkü Eymir Gölü salt bir doğal değer, evrensel bir dünya mirası, bir sulak alan, bir rekreasyon alanı olarak ele alınamaz. Bunlar son derece önemlidir fakat tam olarak nereye oturduğu, bizi nereye yönlendireceği belli olmayan bu kavramlarla Eymir’i ele alamayız. Eymir’i, gündelik yaşantımızdan, yaşadığımız iktidar ilişkilerinden, sosyal ilişkilerimizden bağımsız, dışsal bir konumlanış olarak değerlendiremeyiz. Eymir Gölü, bütün bu bahsettiklerimizin bir parçasıdır çünkü. Dolayısıyla Eymir, ne “harikalar diyarı” ne de politik hareketliliğin basit bir nesnesi ya da basamağıdır. Eymir bugün ciddi tehlikelerle, çok boyutlu problemlerle, çelişkili durumlarla karşı karşıyadır. İşte bu sorunları ele alış biçimimiz onu nasıl savunacağımızın da ipuçlarını veren önemli bir etkendir.
Burada ortaya çıkan kritik nokta Eymir’i refleksif siyasi tepkilerle savunmanın yetersizliği olacaktır.

Siyasi iktidarların yeşile, doğal alanlara olan saldırıları doğrudan politik konulardır. Bunda hiç şüphe yok fakat alternatif bir yaşam biçimi talebiyle (örneğin komünal yaşam), yaşadığı mekânı, ortamı, insanları, yaşam pratiklerini dönüştürmek isteyen bir iradeyle hareket eden insanları, bir yerden sonra enerjisi sönen ve alışıldık siyasi reflekslere sıkışan eylemliliklere kanalize etmektense, uzun erimli bir mücadeleyle yaşam alanlarımızı korumamız gerekiyor.

Kop-kop!!
Buraya bir parantez açmak istiyorum. Eymir Gölü’nün nasıl savunulması gerektiğine yönelik tartışmamızın bir kolu olarak değinilmesi gereken bir nokta daha var. O da “festival”, “şenlik” gibi organizasyonların içerikleri/çağrıştırdıklarıyla ilgili bir konu. Maalesef günümüzün eğlence anlayışı, her yerde yozlaşmaya son derece müsait. Doğayı korumaktan bahseden bir insanın, o doğanın bir parçası olduğunu unutarak, onu kirletip bunun adına da “eğlenmek” dediğine çok sık bir biçimde rastlayabiliyoruz. Bizim de Topluluk olarak temel endişelerimizden biri buydu. Etkinliğimizi “şenlik” yerine; etkileşimli atölyelerin yer aldığı, hiyerarşik ilişkilerin kurulmadığı (örneğin hoca – öğrenci arasındaki edilgen iletişimin en aza indirgendiği), daha çok paylaşımın ön plana çıktığı bir platform olarak değerlendirip “festival” kavramını seçmeyi yeğledik. Amacımızda da son derece başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Özellikle Kuş Gözlem Topluluğu’ndan arkadaşlarımızla, belirlenen rota üzerinden Eymir’in kuşlarını gözlemlediğimiz gün, rotamız üzerindeki çöpleri elimizden geldiğince toplamaya çalışmamız kayda değer bir başarıdır bu anlamda. Keza, diğer günlerde de buna azami düzeyde dikkat gösterdik. Bunu, önümüzdeki günlerde daha organize biçimde yürütebileceğimiz bir çalışmaya evriltebileceğimizi de kendi aramızda konuştuk, sözünü verdik. Ayrıca, festivalimizin salt bir eğlence amacı taşımadığını ve Eymir’in içinde bulunduğu tehlikelere karşı bir farkındalık yaratmak gibi temel bir gayemiz olduğunu her fırsatta vurguladık ve festival boyunca gerçekleştirdiğimiz etkinliklere de bu kaygıyı bir şekilde taşımaya çalıştık.

Bütün bu hassasiyetlerimizi göz ardı edip bizlere eleştiri sunan bazı hocalarımız da oldu. Eymir’e çok sayıda insanı götürmemiz, birlikte alanı kullanmamız ve özellikle sosyal medyada oluşturduğumuz etkili propaganda sanıyoruz hocalarımızda böyle bir hissiyat yarattı. Ancak az önce de bahsettiğim gibi aynı kaygıları, endişeleri ve hassasiyetleri barındırıyoruz. İnsan dediğimiz varlık doğaya zarar veren, onu katleden, kent ve doğa talanlarına yol açan son derece zararlı bir varlık… Bunda şüphe yok. Fakat aynı zamanda kendisini doğanın bir parçası olarak gören ve ona hükmetmektense onu korumayı, doğal varlıkların tamamıyla ortak ve paylaşarak yaşamayı savunan insanların bir aradalığıyla yaşatılabilecek bir unsurdur doğal çevre. Hatta bunun tek koşulu insanın kendisidir. Evet, bu çelişkili bir birliktir fakat başka da bir yolu bulunamaz. Kaldı ki ısrarla vurguladığımız üzere yaşadığımız çevrede çok boyutlu kent – doğa talanlarına tanık oluyoruz. Ve maalesef ki bazıları hepimiz açısından ciddi kayıplara sebep olabiliyor. AOÇ ve ODTÜ yolu bunun en yakın örnekleridir. İnsanların yaşadıkları yerde doğal alanlarla olan bağlantılarının zayıf olması bu yıkımı durdurmanın önündeki dezavantajlardan biridir. Bu hazin ve “kaçınılmaz” görünen sonları engellemenin, üniversitelerde bize öğretilen kamu yararı ve meslek etiği ilkelerini savunmakla eş değer olduğunu bilmek gerekir. Buradan hareketle, Eymir’in de Mogan gibi olmaması, betona boğulmaması, yapılaşmaya açılmaması, bir koruma statüsü kazanması gerektiğini herkesle paylaşmak, topluluğumuz için küçük ama insanlık için büyük bir adımdır diye düşünüyoruz. Bu adımın önemli bir ayağı da Eymir Festivali idi ve bu, henüz başlangıç dersek yanılmış olmayız. Küçük bir ekibin ciddi bir özveri ve yoğun bir çabayla var ettiği bu etkinliğe, topluluğumuzun sahip çıktığı ve bugünlere kadar koruyarak yeniden ürettiği geleneğin bilincinde olması gereken, bahsini ettiğimiz hocalardan daha farklı bir yaklaşım ve destek beklerdik.

Böyle bir gündemde mi?
Eymir Festivali sürecinde tipik söylemlerden biri de buydu: Şu an gündemimiz bu değil. Çok farklı insanlarla yeni ilişkiler geliştirmenin, yaşam alanlarını savunmanın, piyasanın size sunduğu tüketme odaklı yaşam biçimine karşı böylesine zor bir gündemde yeni şeyler üretmenin mekânını oluşturma çabası sanki yararsız bir uğraşmış gibi… Erdoğan’ın, kişisel imparatorluğu için kampusları boşalttığı bir dönemde evet bizce Eymir’i savunmanın bir anlamı vardır. Yarın Erdoğan (ya da onun türevlerinden olan Gökçek) ‘Eymir artık benimdir, ikinci sarayımı da oraya yapacağım’ deyip ‘Göl’ü istila etse, kendi ailesine tahsis etmek istese ne diyeceğiz? Bizim en başından beri bu soruya vereceğimiz yanıt belliydi ve yola da öyle çıktık zaten: Eymir senindir, Eymir Bizimdir!
Kızılay’ın orta yerinde bugün itibariyle (15.05.2017) 68 gündür açlık grevinde olan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın yüzlerce gündür gerçekleştirdiği direniş, onlarla birlikte milyonlarca insana sunulan geleceksizlik, güvencesizlik ve işsizliğe karşı verilen bir mücadeledir. Sistemin bizlere ‘ya böyle yaşarsın ya da işsiz kalırsın’ dayatmasına karşı bu alternatifsizliği yırtan bir yerde durmaktadır Eymir. Çünkü bizler de Eymir Gölü’nün çevresinde yükselen konut projelerinin inşaatlarında çalışan plancı, mühendis, mimar ya da tasarımcı olmayı reddediyoruz. Meslek onurunu savunmakla esasında eşdeğer olan bu kavrayış tam da yüzlerce akademisyenin bu bağlamda ihraç edildiği bir dönemde mezun olduktan sonra bize sunulan aynı sona gösterilen bir tepkidir. Eymir’i savunmak bilimsel üretimi ve akademik özgürlüğü savunmak demektir ve işte bu yüzden gündemimizdir.

İlerisi?
Eymir Festivali’ni birkaç güne sıkıştırılmış etkinlikler olarak ele almamak en başından beri dikkat ettiğimiz bir noktaydı. Ve hep bir sonraki adımı düşünmeye, üzerinde kafa yormaya çalıştık. Festivalin çıktıları üzerine düşünerek, bu etkinliği besleyecek bazı işler de çıkarmak istiyoruz. Bunlardan birini de kısaca paylaşmak isteriz.
Bildiğiniz gibi Mogan ve Eymir, Ankara’nın çok önemli sulak alanlarından ve ürettiği çevre bütün canlılar için son derece önemli. Bu nedenle biliyoruz ki, Mogan ve Eymir Gölü, Eymir Gölü ve yakın çevresi, İmrahor Vadisi gibi doğal unsurlar birlikte ele alınmalıdır. Mogan’a üvey evlat muamelesi yapıp, ya da Eymir’e çok yakın olan köyleri dışlayıp Eymir’i kendi içine kapalı bir fanus gibi görmek büyük bir hata olacaktır. Bugün, Mogan ve Eymir’i birlikte düşünmenin olanakları konusunda aklımızda ciddi soru işaretleri olsa da, Eymir’i yakın çevresiyle ele alan bütüncül bir planlama yaklaşımına ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Yakın bir dönem için (tıpkı 1973 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi öğrencilerinin staj çalışmasının ürünü olan Eymir Çevre Kıymetlendirmesi Raporu örneği gibi) ODTÜ Mimarlık Fakültesi bileşenleri ve konuyla ilgisi olan diğer disiplinlerin de dayanışmasıyla birlikte alanı gezmek, belgelemek, raporlar, planlar, kentsel tasarımlar oluşturmak istiyoruz. Fakat bütün bunları, alanın kullanıcılarıyla birlikte, onların ihtiyaçlarına cevap oluşturacak şekilde, hep birlikte, dayanışmayla ve her zamanki gibi gönüllü ve kolektif emeğimizle var etmek istiyoruz.

Murat Yıldız / Şehir Plancısı


Exit mobile version