‘’Mühendislik, popüler kültürden yanlış çıkarımlarda bulunmuş otoriter insanlarla dolu.’’
“Mühendis” olarak adlandırılan ilk kişilerden bazıları mancınık işletiyorlardı. Mancınık, düşman şehrin surlarını yıkmak için kullanılan çok eski bir alettir. Hangi yüzyılda veya hangi ordu tarafından kullanıldığına bağlı olarak mancınıkların koçbaşı, çatapultu veya askerlerin şehir surlarının üstünden atlamalarını sağlayan basit bir rampaları olurdu. Mühendislik, akademisyenler Dean Nieusma ve Ethan Blue tabiriyle, uzun bir süre “savaş-odaklı” bir disiplin olarak anıldı. Zanaatkarlar ve taş işçileri bir şeyler inşa eder, mühendisler ise yıkardı.
Pedagoji uzmanı Nieusma ve tarih uzmanı Blue, mühendislik işçiliğinin ordu merkezli doğuşundan çok da uzaklaşmadığına değiniyorlar. Mühendisler “tek tek mühendislerin ve genelde mühendisliğin sağladığı girdileri yönlendiren ve sınırlayan karar verme yapılarının parçaları olmak üzere” eğitilirler. Bu yapılar, aynı zamanda emir komuta zincirlerinden oluşurlar. Mühendislik öğrencilerine, mesleki organizasyonun tek yolunun bu olduğu öğretilir. Mühendislik, bir takım ile birlikte gerçekleştirilebilecek kolektif bir çabadır ve bu takımlar genelde özel kurumlardır. Daha doğrusu, özel kurumlar tarafından yönetilen mühendislik akreditasyon organizasyonları yıllardır bu mantaliteyi beslemiştir.
Hipokrat yeminine tabi hekimler veya barolar tarafından takip edilen ruhsat sistemine bağlı avukatların aksine, mühendisler, maaşlarını ödeyen şirketlerin dışında çok az etik gözetime tabidir. İşte bu sebeple de mühendisler suçu müşterilerde, yöneticilerde veya insan doğası hakkındaki bulanık fikirlerinde bulmakta çok iyidirler. Başından beri onlara, alabilecekleri en ahlaki tutumun onlara söyleneni ellerinden gelen en iyi şekilde inşa etmeleri ve böylelikle kullanıcının talebine sadık kalmaları öğretilir. Yalnızca işlerin ters gittiği bir durumda, bir mühendisten inisiyatif kullanması beklenebilir.
Modern toplumun temelini mühendislerin ürettikleri şeyler oluşturur. Dolayısıyla mühendislere yönelik herhangi bir eleştiri, aynı zamanda gündelik hayatın akışına yönelik bir eleştiridir. Bu argüman “Unabomber” olarak da anılan ‘anarşist’ Ted Kaczynski tarafından öne sürülür. Kaczynski, teknoloji eleştirmenlerinin çoğundan farklı olarak öne sürdüğü soruna mutlak bir çözüm bulur: “Tüm mühendislere ölüm”. Kaczynski’ye göre teknoloji her zaman özgürlüğü sınırlandırmaya mahkumdur çünkü teknoloji, işlevi için öngörülebilir bir düzene ihtiyaç duyar. Wired dergisinin kurucusu Kevin Kelly buna büyük ölçüde katılarak, 2010 tarihli “Teknoloji’nin İstediği” (What Technology Wants) kitabında şunları söylemektedir:
“Unabomber”, tekniumun kendini yücelten doğası hakkında haklıydı. (“Teknium” Kelly’nin “daha büyük, küresel, inanılmaz derece birbirine bağlı teknoloji sistemlerine” verdiği isim). Fakat başka birçok noktada Kaczynski’ye katılmıyorum. Özellikle de vardığı sonuçlara. Kaczynski’nin aldandığı nokta, mantığı takip edeyim derken etiği terk etmektir.
Kelly’nin karşı çıkışı ise tüyler ürpertici: “Kaczynski toleransı özgürlükle karıştırdı. Sınırlı seçenekler çerçevesindeki bir özgürlüğün keyfini sürdü, ama hatalı olarak bu dar özgürlüğün gitgide artan fakat her seçeneğin daha az toleranslı olduğu alternatif seçeneklerden daha üstün olduğuna inandı”. Kelly, Kaczynski’nin bulunduğu yüksek güvenlikli cezaevindeki şartları, Kaczynski’nin önceden bulunduğu kilometrelerce ulusal ormanlık araziye bakan tenha kulübeden “dört yıldızlı bir terfi” olarak tanımladığı rahatsız edici bir yorumla devam ediyor yazısına.
Kitap boyunca Kelly, Amiş, Önce Dünya! Aktivistleri ve hatta uygarlık şüphecileri Derek Jensen arasında ortak paydalar tespit eder. Bir bakıma argümanı, teknolojiden korkan insanların, birçoklarına göre gerçekliğe daha yakın olduklarıdır. Yanıldıkları tek nokta ise teknokratik kontrole gösterilen ortalama tepkidir: çoğu insan böyle bir düzenlemeyi kabul eder. Nitekim, Kelly’nin de bununla bir sorunu yok.
Bu Silikon Vadisi’nde ve genel olarak mühendisler arasında yaygın bir tema: onların perspektiflerine bağlılığı da Unabomber’inki kadar aşırı. Ama onlar kazanan taraftalar. Teknoloji hayatımızı yönetiyor ve gitgide daha katı, ve daha otoriter kontrol mekanizmaları uyguluyor. Tipik mühendis için ise bu iyi bir şey. Teknoloji entropiye düzen getirir, bireysel otonomiyi sistemlerin performansının lehine sınırlar.
Kelly’nin bayıldığı yanlış seçimler, Matt Yglesias, Hillary Clinton ve benzerlerinin bayıldığı seçimlerle aynıdır. Bunlar, sözde demokratik toplumlardaki bireylerin defalarca karşı ayaklanmalarına ve örgütlenmelerine rağmen ayakta kalmayı başarmış neoliberal felsefenin merkezindedir. En azından Kelly, neoliberal seçim retoriğinin aslında otoriter bir toplum kontrolü mekanizmasına dayandığını kabul ederek ferahlatan bir dürüstlük sergiliyor. Yani, özgürlük siyasetle daha ilişkili hayat tercihlerinin arasından bir seçim yapmaya değil de, cezaevindeki hücreni – veya bir sosyal paylaşım uygulamasından çağırdığın arabayı seçmene, akıllı telefonunu, veya hangi pahalı sağlık hizmetini alacağını seçmeye benziyor.
Mantık çerçevesinde düşünebilen herhangi bir insan Derrick Jensen ve Matt Yglesias’ın görüşleri arasında tercih yapmak zorunda bırakılmamalıdır. Fakat mühendis adayları, alanları çerçevesinde siyasi bir bilinçle düşünmek durumunda oldukları zaman, kendilerini bu tercihle karşı karşıya bulurlar. “Başka alternatif yok” retoriğine sarılan sağ eğilimli neoliberallerin ve “tarihin sonu” anlatılarıyla merkez solda bulunan neoliberallerin bir ortak noktaları, mantığa en uygun tek çözümün neoliberalizm olduğu izlenimini yaratmaları. Bu, özellikle, aygıtlarından “bağlantısızlık” satan Silikon Vadisi merkezli bir sanayinin varlığıyla doğrulanır. Nicholas Carr ve Sherry Turkle gibileri kukla muhalefet rolleriyle politik gücü olduğu gibi bırakarak gençlere ve çalışan insanlara karşı tehditkar bir tutum sergiliyorlar. Bu çifte yanlış seçim, mühendisliğin radikal eleştirilerinin gerici ve boş olarak algılanmasına sebep oluyor. Fakat bu noktayı, tekrar ele almak üzere şimdi bir kenara bırakıp, mühendislerin otoriter eğilimlerine biraz değineceğim.
Mühendislik mesleğini seçen birçok insanın, bunu içten gelen bir insanlara yardım etmek isteğiyle yaptıklarını ifade etmek isterim. Ders verme fırsatı bulduğum birçok mühendislik öğrencisi tanıştığım en şefkatli insanlar ve siyasi olarak bilinçliler. Farkındalık seviyesi en yüksek olanlar aynı zamanda kendilerini, daha yeni tanışma fırsatı buldukları mesleki topluluk tarafından en dışlanmış hissedenler. Bütün meslek fuarlarının hemen hemen yalnızca ordu temsilcileri veya aşırı apolitik teknoloji şirketleri ile dolu olduğunun farkındalar. Mesleğin hiyerarşi ve zihin için bedenden ödün vermeyi destekleyen anlayışından rahatsızdırlar.
Düzen dayatılması olmazsa kaosunun hüküm süreciği varsayımının olmadığı bir durumda, mühendisler kendilerini bir şeyler inşa ederek gerçekten hayat kalitesini mi iyileştirdikleri yoksa aksine uygunsuz bir müdahalede mi bulundukları sorusuyla karşı karşıya bulurlar. Bu durum yaratıcı düşünceyi ve ucu açık problem çözme becerisini destekleyen tasarım odaklı derslerde bile ortaya çıkar. Beraber çalıştığım böyle bir sınıfta öğrencilerden takım halinde çalışarak bir organizasyon tasarlamaları isteniyordu. Grupların hepsi, temelde çok farklı projelerde, birbirlerinden ayrı olarak çalışmalarına rağmen rekabet ve yarışmayı tasarımlarının merkezine koydular. Bunu öğrencilerimi aşağılamak için söylemiyorum, yalnızca böyle bir düşünme tarzının ne kadar yaygın ve derin olduğunu gözler önüne sermek istiyorum. Herkes projesini paylaştıktan sonra bile, ben bu doğrultuda sorular yöneltmeye başlayıncaya kadar, kimse bu ortak “rekabetçi” ve “yarışmacı” yaklaşımların farkına varmamıştı. Sorularımı, bazıları rekabetin kaliteyi derecelendiren doğal bir mekanizma olduğunu savunarak yanıtladı. Bazı öğrencilerse, eleştirmeyi bildikleri düşmanca dinamiği sürdürdüklerinin daha önce hiç farkına varmamış olduklarından oldukça rahatsız gözüküyorlardı.
Silaha ayrılan bütçelerle işbirliği içindeki mühendislerin varlığı yeterince kötüdür fakat bu denetleme ve kontrol tercihi daha derin, daha karanlık yerlere de gidebilir. Diego Gambetta ve Steffen Hertog’un 2016’da yayımlanan uygunsuzca adlandırılmış kitabı “Cihat Mühendisleri” neden mühendislerin siyasi anlayışlarının otoriterliğe yöneldiğini araştırıyor. Gambetta ve Hertog, mühendislerin Nazi partisinde, Amerikan ve Rus neo-Nazi oluşumlarının liderlik pozisyonlarında ne kadar çok temsil edildiğini gözler önüne seriyor. Osama Bin Laden’in yanı sıra, Aryan Ulus’un kurucusu Dick Butler ve “Sheriff’s Posse Comitatus” lideri Wilhelm Schmitt de birer mühendisti. Bu korelasyon dikkat çekici: “Mühendislerin temsili birbirinden çok farklı sosyal ve ekonomik bağlamlarda ortaya çıkıyor” ve mühendisler, “birbirinden farklı birçok radikal grupta” baş gösteriyor. Mesele bu gruplarda mühendislerin çok fazla sayıda olmasıyla sınırlı değil; yine buralardaki mühendisler “davalarına çok daha sıkı biçimde bağlı görünüyorlar. İslamcı gruplardan sonradan ayrılma ihtimallerinin daha düşük olması ve yeni oluşmaya başlayan Nazi hareketine bağlılıkları bunun bir kanıtı.”
Hertog ve Gambetta, mühendislerin radikal sağ gruplara katılımlarının sebebi olarak boşa çıkmış beklentilere işaret ediyor. Mühendisliğin düzgün icrası için kesinlik ve finansman gerekiyor – bunların hiçbiriyse savaştan harap olmuş bölgelerde bulunmuyor. Yıllarca zengin ülkelerde, memleketine refah getirebilmek için okuyup, döndüğünde burayı kazandığın o değerli bilgiler kullanılarak yok edilmiş olarak bulmak doğal olarak nefret ve öfkeye yol açabilir.
Daha endişe verici bir nokta ise, otoriterler ve mühendisler arasındaki metafiziksel benzerlik. Her iki grup da sınırları belirli bir kategoriye uymayan fenomenleri, fikirleri ve hatta insanları itici bulurlar. İşte bu dünyayı düzenleme arzusu yobaz bir eğilime işaret ediyor. Varlıklar, bu bir köprü veya bir toplum olsun, yalnızca tahmin edilebilir şekilde ve onlardan istenildiği gibi davrandıkları sürece işler. Mevcut kategoriler dışında kabul talep etmek, bir sistemin içinde çalıştığı ortamı değiştirmek, süregelen yöntem ve teorileri değiştirmek bir mühendis için bir diktatör için olduğu kadar sinir bozucudur. Tolerans ve özgürlük arasındaki bu değiş tokuş, Kelly’nin de öne sürdüğü gibi, otoriter-neoliberal-mühendis Venn şemasının merkezindedir.
Gambetta ve Hertog, mühendislik otoriter tavrı kendine mi çekiyor yoksa yaratıyor mu sorusunun pek üstünde durmuyorlar. Tabi, cevap büyük olasılıkla bu iki durumun da geçerli olması. Bu sorunun cevabında ise tabi ki bireyin kendi tercihleri yatıyor. Ama ben hangisinin daha kuvvetli bir faktör olduğu ile ilgili bir seçim yapmak zorunda olsaydım: mühendislik pedagojisi hakkında bireyi otoriterliğe teşvik eden bir şey var derdim.
Bazı öğrenciler mühendisliğin düşünme biçimine çekim duyuyorlar, fakat birçoğu bunun aksine, özellikle Amerikan ilkokul hocalarının mühendislik dediği robot ve eloktroniklerle oynamak, balsa’dan bir şeyler inşa etmek gibi eğlenceli aktivitelerle cezbediliyorlar. Çoğu zaman bu öğrenciler üniversiteye geldiklerinde kendilerini renkli legoların değil siyah beyaz şemaların hükmettiği bir dünyada bulup hayal kırıklığına uğruyorlar. Eğitim uzmanlarının tespit ettiği bu ani değişimi Nieusma ve meslektaşı Michael Lachney, “avla-ve-dönüştür” olarak tanımlıyorlar.
“Avla ve dönüş” stratejisine rağmen cesurca devam eden öğrenciler çeşitli topluluklar oluşturuyorlar. Fakat STEM (Bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik) bölümleri giderek müfredatlardaki ağırlıklarını artırırken diğer alanların payı ise düşmektedir. STEM bölümlerinin teşvik edilmesi diğer bölümler için dezavantaja dönüşmektedir. LinkedIn kurucusu Reid Hoffman ve Zynga’nın kurucu ortağı Mark Pincus Demokrat Parti’nin her kurumda ücretsiz mühendislik eğitimi verilmesini destekleyen adaylar çıkarması yönünde baskı yapıyorlar. Yalnızca mühendislik bölümü, başka hiçbiri değil… 2012 yılında, Florida Eyalet’inin eğitim sisteminden sorumlu yöneticiler kurulu (valinin atadığı ‘Çay Partisi’ hareketinden köktendinciler), farklı bölümler için farklı eğitim ücreti uygulanması ve sosyal bilimler altındaki bölümlerin ücretlerinin STEM bölümlerinden daha pahalı olması fikirlerini ortaya attı. Tercihler (!)
Bütün bu gelişmeler teknoloji şirketlerinin sosyal bilimleri “benimsediğini” iddia ettiği bir dönemde ortaya çıkar. Steve Jobs, kısa hayatının sonuna doğru, 2011 Mart ayında yaptığı bir konuşmanın sonunu insan ve toplum bilimlerine adar. “Teknoloji tek başına yeterli değil” der hasta Steve Jobs, “Teknolojinin sosyal bilimlerle birleşiminden, evliliğinden doğacak sonuçlar kalplerimizdeki heyecanı besleyecektir” (Bu arada o sabah “kalbimizdeki heyecanı besleyen” şey, İPad 2’nin piyasaya sürülmesiydi.)
Sosyal bilimlerin teknolojiye katkılarına dair tartışmaların çoğu, küçük burjuva ailelerin çocuklarının edebiyat okumasına izin vermesinden ötesine geçmiyor. Ben de sosyal bilimler okudum ve bu bana Amerika’nın ırkçı bir devlet olduğunu ve kapitalizmin reform yapılarak düzeltilemeyeceğini öğretti. Jeff Bezos’un bununla ilgili bir uygulama (“app”) yapmamı istediğini hiç sanmıyorum. Tom Slee, Boston Review için yazdığı bir makalede Silikon Vadisinin sosyal bilimler eğitimini ele alan iki yeni kitaptan bahsediyor. Slee iki ihtimale odaklanıyor: Scott Hartley’nin “Tüy Yumağı” ve “Teknoloji Kurdu”” kitabında öne sürdüğü “armoni ve uyumla bütünleşme” ve Ed Finn’in “Algoritmaların İsteği” kitabında öngördüğü mühendisler ve eleştirmenlerinin bir tür kuvvetler ayrılığı (denetleme ve dengeleme). Finn’in fikrinin uygulanması küratör ve eleştirmenler için politik bir güç merkezi oluşturulmasıyla mümkün olabilir. 1995 yılında Gingrich’in başkanlığındaki meclis “Teknoloji Denetim Ofisini”ni ortadan kaldırdığından beri böyle bir kurum yok. Bütün bunlardan bağımsız olarak aslında bu iki ihtimal de kabul edilemez, çünkü değişmesi gereken sadece mühendisliğin başka disiplinlerle ilişkisi değil. Mühendisliğin kendisi.
Eleştirel disiplinlerin hiyerarşide mühendislik dalının altında konumlanması güçlü hegemonyacı bir ideolojinin önünü açtı. Eleştirel disiplinlerde eğitimi olmayan mühendisler medyayı teknik konularda çalışan bürokratların algıladığı gibi algılıyorlar. Bu da, mühendislerin, çevrelerindeki dünyadan ilham aldıklarında, zaman zaman bizim de yaptığımız gibi, teknolojik materyalizmle (ya da teknoloji tutkunluğu ile) ilgili sert uyarıları görmezden gelmelerine sebep oluyor.
Kültür Çalışmaları alanının kurucularında Stuart Hall’in meşhur gözlemine göre, medya ideoloji ile şifrelenmiştir fakat ancak seyircisi tarafından deşifre edildiğinde anlam kazanır. Seyirciler baskın olan çerçeveyi (bakışı) kabullenebilir veya direniş içeren bir okuma ile bu baskın ideolojinin mesajından uzaklaşan bir anlama ulaşabilirler. Bu bağlamda ellili yılların televizyon dizilerini feminizmi destekleyen hikayeler, veya CSI dizisini DNA bazlı kanıtların öznelliği yönünde bir uyarı olarak yorumlamak mümkün olabilir.
Hall ve diğer Kültür Çalışmaları akademisyenleri dirençli okumanın özgürleştirici bir etkisi olacağını düşündüler (veya ümit ettiler). Mühendisler ise, Robocop ve Azınlık Raporu gibi filmlerdeki bariz uyarıları görmezden gelerek bu düşünceyi bir anlamda çürüttüler. Axon çalışanları bu iki filmi de, tasvir ettikleri distopik dünyayı görmek yerine, ütopyanın yol tarifi olarak yorumladılar. The Intercept için yazdığı yazıda, Ava Kofman, bu şirketi, hedefi Amerika’daki sıkı gözetimi ve ölümcül olmayan silah üretimini (bkz işkence) arttırmak olan ve distopik olmaktan gurur duyan bir kurum olarak tanımlıyor.
“Artık soru yapay zekanın gözetimin yasal ve ölümcül sınırlarını zorlayıp zorlamayacağı değil, bunun nasıl olacağı ve bundan kimin kar edeceği.” diye uyarıyor Kofman. Axon’un LinkedIn profiline ve “bu senenin başlarında yayımlanmış, pek de reklamı yapılmamış olan, Yasalara İtaatin Sağlanması Teknolojileri Raporu”na dikkat çekerek bilim kurgu göndermelerini vurguluyor. LinkedIn profili, şirketin yönetim merkezini Yıldız Savaşları, James Bond, Akıllı Ol, Star Trek ve Siyah Giyen Adamlar’ın füzyonu olarak tanımlıyor. Raporsa bu alandaki yol haritasının RoboCop ve Azınlık Raporu benzeri teknolojiler geliştirmek olduğunu anlatıyor: “öngörülebilen polis/emniyet algoritmaları, eksoskeletonlar ve yüz tanıma.”
Şirketini Akıllı Ol veya Azınlık Raporuyla karşılaştırmanın ne kadar aptalca olduğunu anlamak Vassar Üniversitesi felsefe bölümünden diploma gerektirmiyor. Mühendislerin, bu medyaya baktıklarında direndikleri şey tam da iyi birer insan olmaktır. Axon’da çalışan biri kendi ürünleri olan ve ‘elektro kas engelleyici teknolojileri’ içeren TASER X26C’ye baktığı zaman herhalde “vay canına kalbim heyecanla doldu” diye düşünüyordur.
Silah satıcıları bir yana, hepimiz yeni çıkan teknolojik aygıtların bilim kurgu filmindekilerle karşılaştırılmalarına (bu karşılaştırmalar açıktan faşist hayalleri çok daha az içerse de) tanık olmuşuzdur. Kapaklı cep telefonları Star Trek’teki iletişimcilere benzetilmişti. IPadler ve ses asistanları da benzer bir karşılaştırmaya maruz kalmışlardı. Bu tür benzetmeler teknoloji uzmanlarının küçükken televizyonda izledikleri dünyaların benzerini yaratmaya başladıkları bir geleceğe ulaşmakta olduğumuz izlenimini veriyor. Aslında olan şey ise çocuklukta izlenenlerin taklit edilmesidir.
Bir Aygıt: İPhone’un Gizli Tarihi kitabında Brian Merchant Bilgisayar Tarihi Müzesi küratörü Chris Garcia’dan alıntı yapıyor: “Trikorder ve iletişimci doğrudan etkenlerdir, konuştuğum mucitler arasında özellikle Star Trek’ten alıntı yapanlar var.” Benzer bir şekilde, telekomünikasyon parça üreticisi Qualcomm yakın bir zamanda hastalıkların belirti ve yayılımını saptayan medikal bir ‘trikorder’ üretimini öngören yarışmasının birincilerini açıkladı. Ödülü ise Star Trek: Yolcu’da hologram doktoru oynayan Robert Picardo takdim etti.
Mühendislerin tek uğraşı (çoğu zaman bir üretim yol haritası yerine distopya olmakla karıştırılan biçimde) ekranda gördüklerinin birebir kopyasını üretmek değildir. Bunun yanı sıra ürettikleri kendi malzemeleri de popüler kültür filtresinden geçtikten sonra rapor ve makalelerde yer alabiliyor. 2012 yılında Arizona State Üniversitesi profesörü Joseph Herkert ile birlikte, Ulusal Mühendislik Akademisi’nin raporu hakkında yazdığımız bir makalede, Mühendisliğin Büyük Zorluklarını inceledik. İnanılmaz sıkıcı olan bu rapor, beklenmedik bir “Özgür Yaşam veya Zor Ölüm”—Bruce Willis’in Zor Ölüm franchise’ına ait dördüncü film—referansı içeriyordu. Yazarlar, Birleşik Devletler’in bu filmin ana hikayesini yaşama tehlikesi altında olduğu uyarısını yapıyorlardı: ülke’nin dijital altyapısının topyekün ele geçirmesi.
“Özgür Yaşam veya Zor Ölüm”, hayatına, 1997 yılında Wired dergisinde devletlerin siber savaşa hazırlanmak için oynadıkları savaş oyunlarını anlatan bir makale olarak başladı. Makalenin ana konusu Donanma Yüksekokulu’nun bir profesörü tarafından şöyle özetleniyor: “Son birkaç on yılda büyük uçak gemilerine, stratejik bombardıman uçaklarına ve tanklara milyarlarca dolar yatırım yaptık. Bilgi devrimi ise bu gidişin bizi çok daha korunmasız hale getirdiğini ve çok lüzumsuz olduğuna işaret ediyor. Geçmiş havacılık mühendislerinin savaş makineleri, bugünün yazılım mühendislerinin korunmasız hedefleri haline geldi.
11 Eylül olaylarının öncesi ve sonrasında yazım ve yapımcılığı devam eden makale yüksek bütçeli bir aksiyon filmi haline geliyor. Son halinin ise, bize göre çok net bir mesajı var: eğer siber güvenliği önemsiyorsanız mühendislerin size söylediğini yapsanız iyi edersiniz. Sistemin değerini tümden sorgulayan radikaller (Filmde gerçekte hiç de radikal olmayan Justin Long tarafından temsil ediliyor) ve yalnız bırakılmayı isteyen nostaljik ılımlılar (Willis John McLane) kolektif hayata teröristler kadar yüksek bir tehdit oluşturuyor. Herkert ve benim vardığımız sonuçsa şöyle: “Var olan düzen, (hem gerçek hem metaforik anlamda) dijital alt yapının anahtarlarına sahip genç “bilgi işçisi” sınıf için kendini feda etmeye hazır olmalı.”
Mühendislerin dünya görüşü ve bunu eleştirmek için oluşturulan kurgu dünyası, mühendislerin iş güvenliğini tehlikeye atan bir döngüye sebebiyet veriyor. Mühendislerin işleri kurguya sebep oluyor, kurgu yeni mühendislik projelerine, yeni projeler tekrar kurguya ve bu da her şeyin yanlış gitme ihtimalini savunan raporlara. Her adımsa yeni finansman gerektiriyor. Charlie Brooker bununla ilgili bir Black Mirror bölümü çekiyor, sonra da başka bir mühendis bir distopia’yı yeni bir ürün fikri olarak algılıyor ve bu böyle devam ediyor. Mühendisler hala kuşatma silahları kullanıyor ama aynı zamanda yeniden inşa edenler ve bizi yeni kuşatma silahları hakkında uyaranlar da onlar. Belki bu kurgu hikayeler yerine, mühendislerin yarattıklarının sonuçlarıyla hesaplaşıp kabullendiği hikayelerimizin olması daha iyi olabilirdi.
Kendi en kötü düşmanını yaratan bu otoriter mühendislik kurumuna karşı güçlü bir halk muhalefeti olsaydı tüm bunlar daha az endişe verici olabilirdi. Bu muhalefet yerine zincir-iletişimler oluşturmayı ve çevrimdışı bir araya gelinip dağınılan kamplar kurmayı tavsiye eden insanlar var. İlkinde, şifreleme ve gizlilik araçları iktidarda olmanın getirdiği yozlaşma ve yolsuzlaşmayla mücadeleyle birbirine karıştırılır. İkincisiyse her yeni yetme gördüklerinde şok olmuş gibi davranıp, sohbet ve derin düşünceler hakkında nostaljik hisseden bir topluluktan oluşuyor.
Ulaştırma Güvenliği İdaresi (TSA) yolcuların kitaplarını kaldırmaları gerektiğini anons ettiği zaman meslektaş ve arkadaşım Nathan Ferguson durumu şu notla Facebook üzerinden paylaştı: “İşte bu yüzden güçlü deşifre gerekli- aa, bir dakika.” Bu uygulama yalnızca birkaç hava alanını etkiledi ve kısa sürdü, fakat şu ironiye dikkat çekmeden geçemeyeceğim: mahremiyet savunucuları gelişmekte olan deşifre teknolojileri üzerine o kadar çok reklam yaptılar ki bu teknolojileri gerekli kılan politikaları görmezden gelme tehlikesi altındayız. Bahsettiğim 1997 yılı Wired makalesi art niyetli yazılımın “kopyalanması kolay, yasaklaması zor ve çoğu zaman sinir bozucu şekilde çift kullanımlı, sivil veya askeri” olduğundan şikayet ediyordu. Aynısı zıt yönde de söylenebilir. Ne zaman kişisel mahremiyet ve gizliliği koruduğu savunulan bir icat ortaya çıksa, bunun korunmaya çalıştığımız güçlerin de işine yarayacağından şüphe yok.
Yeniyetmeleri görünce şok olmuş gibi davrananlara gelirsek de, bu grubun sınıfsal bağlılıklarını sorgulasak iyi ederiz. Bir yıl önce Sherry Turkle’ın işlerini tartıştığım bir makalemde de ortaya attığım gibi, yazılarında çevrimdışılığın önemini savunan eleştirmenler genelde “daha tutucu bir dünya görüşüne bağlılık gösteriyorlar. Bu dünya görüşü çerçevesinde üretim hızı ve ortamı birer ahlak pınarı rolünde görülen patronlar tarafından belirlenmeli”. Bu görüştekiler gerçeklerden kaçtığı ve bağlantıyı ekranda buldukları için meşgul ebeveynleri ve yalnız çocukları ağır bir şekilde eleştirirler. En çok övdükleri ise yüz yüze toplantıları Skype toplantılarına tercih eden kurumsal patronlardır.
Google’ın eski mühendisi James Damore gibi insanları yetiştiren kültürel trendler de üstünde durulması gereken bir konu. Damore, Google’ın çeşitlilik insiyatifleri hakkında yazdığı bir bildiride, insiyatifi “karşı çıkanları utandırarak, susturarak konumunu koruyan politik doğrucu bir monokültür” olarak eleştirir. Hemen işten çıkarılan Damore de, kendini liberteryen eğilimli merkezi bir politikaya yakın hissettiğini söylemesine rağmen ironik olarak konuyu Ulusal İşçi-İşveren İlişkileri kurumuna taşır. Bildirinin içeriği ise Silikon Vadisi kültürünü az çok tanıyan kimseyi şaşırtmamalı. Burada kast ettiğim, sadece gerici toplumsal cinsiyet politikaları değil, aynı zamanda bu konumlanmalarını savunurken kullandığı ‘bilim’.
Bildiride tamamen sosyal ve kültürel bir olguyu incelemesine rağmen, antropoloji ve sosyoloji gibi dallardan yardım almayan Damore, on sayfayı evrimsel psikoloji, bilişsel bilimler ve sosyobiyoloji dallarından göndermelerle donatıyor. Bildirinin ana argümanı bireyin oluşumunda biyolojinin payının toplumun payından daha fazla olduğu. Bu görüş ise hem Damore’u aralarına mantığın sesi olarak kabul eden tutucu sağ, hem de toplum ve birey davranışı hakkındaki fikirlerini benzer kaynaklardan edinen sözde liberal sol tarafından benimseniyor. Radiolab, The TED Radio Hour, Hidden Brain, Invisibilia, Note to Self ve Freakonomics Radio ile beslenen ana akım liberaller de insan davranışının biyoloji tarafından yönetildiği ve en doğru şekilde istatistiksel yöntemlerle incelenebileceği mantığını destekliyor. Unabomber gibi Domore’un da Silikon Vadisi’nden tek farkı aynı temel argümanlara farklı bir açıdan yaklaşıyor olması.
Peki mesleklerini ürettikleri şeyler aracılığıyla önemsemek ve ilgi göstermek olarak gören mühendislerle ilgili ne yapmalı? İlk adım tam da bu görüşü beslemek: bir şeyler üretmek bir tür ilgi ve şefkattır. Mühendisler işlerini hem var olan sosyal düzene mütevazi bir katkı, hem de siyasi sonuçları olan normatif bir ifade olarak görmeliler. Bu eğitim hem mühendislik bölümüne sahip üniversitelerde hem de çalışma ortamlarında sağlanmalı. Purdue Üniversitesi’nin mühendislik ve eğitim fakültesi bu yönde değişiklere başladı bile. Purdue, Donna Riley’yi Mühendislik Eğitimi Bölümü’nün başkanı olarak görevlendirdi. Riley, mühendislik eğitimi ve siyaset arasındaki ilişkiyi anlamanın önemi ve bu eğitimi olumlu yönde değiştirmek üzerine çalışıyor.
Böyle zamanlarda sınırlarda inşa edilen duvarların, nükleer silahların ve gözetleme sistemlerinin mühendislerin işbirliği olmadan var olamayacaklarını anlamak önemli bir hal alıyor. Genç mühendislere alanlarının otoriteye kör bir itaat etme hali ile değil ‘önemseme ve mütevazi bir yardım etme’ ile tanımlandığını öğretmemiz gerekiyor. Bu önemli ilk adım olmadan, Silikon Vadisi’nde ya da başka yerlerde mühendislik işçilerinin örgütlenmesinin sadece istenenin tam tersi sonuçlar doğurması beklenir. Sonuçta polisler görülmüş en güçlü sendika temsiline sahip olmalarına rağmen bunun kimseyi özgürleştirici bir sonucu olmadı. Mühendislik mesleğine ancak gücünü anlayıp, bağımsız denetleme ve sorumlu tutulma sistemleri oluşturduğu, ahlak ve etik ile ilişkisiyle yüzleşip barıştığı zaman örgütlenmek konusunda güvenilebilir. Yalnızca o zaman mühendislere kuşatma silahlarını geride bırakıp bizimle birlikte yeni bir şeyler inşa etme konusunda güvenebiliriz.
*Yazı https://thebaffler.com/latest/engineered-for-dystopia-banks sitesindeki İngilizce orijinalinden, mimarlık öğrencisi Begüm Birol tarafından politeknik.org.tr için çevrilmiştir