Site iconPoliteknik – Halkın Mühendisleri Mimarları Şehir Plancıları

Bizim radyoaktif geleceğimiz – Ragıp Varol


Nükleer enerji denildiği zaman, sanki elektrik enerjisi değil de bambaşka bir güçten bahsedildiği düşünülür. “Ülkeye on tane reaktör koysam, beş senede nükleer bomba yapar küresel güç olurum” beklentisi toplumun malum kısmına enjekte edileli çok oldu. Mevzu sadece bu olsa bile, yani amacımız en kısa sürede nükleer bomba üretmekse, bunun için gereken şeyin elektrik üreten santrallar olmadığını, nükleer araştırma denilen şeyin – daha doğrusu nükleer kelimesinin anlamının – falan açıklanması gerekecek. Fakat biz işin fantezi kısmını bir kenara bırakıp meselenin rasyonel boyutuna geçelim.

Her şeyden önce, tarih şunu söylüyor: nükleer gücün keşfi, moleküllerin varlığından madde-enerji ilişkisine, radyoaktivitenin keşfinden tıpta kullanılmasına kadar birçok gelişmeyle doğrudan ilişkiliydi. Elektrik, ısınma, teşhis ve tedavi gibi birçok alanda varlık göstermeye başlaması heyecan vericiydi. Ancak o dönemde 2. Dünya savaşının patlak vermesiyle mesele bambaşka bir yöne evrildi: Naziler atom enerjisiyle bir bomba yapma fikrini ortaya attığında, tarihin akışı tam anlamıyla değişti. Bu noktadan sonra, insanlık tarihindeki en şeytani icat olan nükleer bombaların imalatına ilişkin süreçler, hiçbir zaman yalnızca bilimin ve insan gereksinimlerinin tarafında olmadı. Nükleer silahlanma, zamanla politik nüfuz ve askeri gücün teminatı haline geldi. Dolayısıyla, atom enerjisinin kullanılması konusu, ne amaçla olursa olsun, politik, askeri, toplumsal, endüstriyel boyutlarıyla birlikte tartışılır oldu.

Endüstriyel açıdan, Türkiye’nin nükleer enerjiyle elektrik üretmesi, planlanan Sinop ve Akkuyu nükleer santrallarıyla birlikte kurulu gücün %10 oranında arttırılması demektir. Teorik olarak, Akkuyu’ya inşa edilecek olanla aynı kapasitede (4800MW) kurulacak her nükleer santralın devreye katkısı tam randımanda %4 olacak ve her bir santral için %0,7 azalarak gerçekleşecek.

Kümülatif olarak bakıldığında on yılda Akkuyu ve Sinop nükleer santralı devreye alınırsa, 2030 yılında mevcut elektrik enerji üretim kapasitemizi %7 arttırmaktan bahsediyoruz. Yani 25 milyar dolar yatırdığımız işin elektrik enerjisi getirisi, mevcut kapasitemizdeki %12 kayıp oranından daha düşük. Buradan hareketle, basit bir mantıkla 25 milyar dolara -ki bu sadece yatırım maliyetidir- nükleer reaktör inşa etmek yerine Trakya ve Anadolu’daki bütün elektrik iletim hatlarını, transformatörleri, hatta sanayideki kayıpları onarmaya yatırsaydık, acaba o kadar masrafa girer miydik diye sorabiliriz. Ve bunun iki tane okkalı cevabı var: birincisi, evinizde bir priz yandığında diğerine üçlü priz takarsanız, emniyetli bir iş yapmış olmazsınız; önce o prizi tamir etmeniz gerekir. Yani arızalı bir hat üzerine başka yükler bindirmek hem tehlikeli iştir, hem ek maliyettir, hem de verimi düşürür. İkincisi, 12% oranındaki kayıpları 3% değerine bile çeksek, hem nükleer atık gibi bir belaya bulaşmamış olur, hem onardığımız her bir hattı anında devreye alarak kapasite artırımını yıllarca beklemeden kademeli olarak gerçekleştirir, hem de basit ifadeyle kendimizi tamir etmiş oluruz. Zaten bilim camiasının, meslek odalarının, yaşam savunucularının bas bas bağırdığı da bu: bütün dünya nükleer santrallardan kurtulmaya çalışırken ters yöne kürek çekmenin hiçbir akla ve mantığa sığar yanı yok.

Politik açıdan, Türkiye’nin nükleer güce sahip olması birçokları tarafından büyük oyuna dahil olması, dolayısıyla büyük oyunculardan biri olması şeklinde algılanıyor. Toplumda etrafına korku salan, kabadayı, dediği dedik ve atarlı bir Güçlü Türkiye heyulası yaratılıyor. Bunu onaylayan ve böyle olması gerektiğine inanan çoğunluk haklı olsa bile, Türkiye’nin böyle bir güce sahip olabilmesi için yapması gerekenler, topluma bunun sözünü verenlerin bugünkü icraatlarının aksidir. Basitçe ifade edersek, elimizdeki her şeyi satmaktan, onun bunun pazarı olmaktan, tüketim toplumu olmaktan çıkıp, üretim toplumuna dönüşmemiz gerekiyor. Zira nükleer güce sahip olmak için nükleer araştırmaya yatırım yapılması lazım. Bu şu demektir: nükleer araştırmacı yetiştirilecek ve bağımsız bir çalışma ortamı yaratılacak ki mevcut eğitim sistemimizin, bilime verilen önemin, üniversitelerin hali malum. Belki CERN gibi değil ama laboratuvarlar inşa edilecek, tamamen nükleer işleyişe göre tasarlanacak ekipman üretilecek. Ki bu da elindeki bütün üretim alanlarını, fabrikaları -hatta şeker fabrikalarını bile- satmış, ürettiği her şeyin malzemesini ithal eden dev bir montaj sanayisinden ibaret, daha nükleerin n’siyle bile uğraşmamış memleketimin altından kalkabileceği bir iş değil. Nükleer atıklarla mücadele teknolojisi geliştirilecek, buna ilişkin AR-GE kurumları oluşturulacak -elimizdekilerin ahvali için bkz. TübitAK- santrallarda çalışacak teknik personel eğitilecek, iş sağlığı ve güvenliği mevzuatı oluşturulacak, at alınacak, Üsküdar geçilecek…

Gerçekçi konuşulduğunda, Çin teknolojisiyle Çin’de imal edilen ve üzerine Türkiye etiketi yapıştırılan bir uyduyu uzaya fırlatmak, Rus teknolojisiyle ülkemize kurulacak nükleer santrallardan elektrik üretmek, bütün temel parçaları Avrupa’da imal edilen bir otomobili Türkiye’de montajlamak, hiçbirini yerli ve milli yapmıyor. Türkiye’nin kendi üretimi, teknolojisi, kurumları, örgütlenmesi olmadığı sürece, yollar ve köprülerin yerini üretim almadığı ve koca bir tarımsal toprak parçasında yaşarken buğdayı ithal ettiğimiz sürece bu işler olmaz.

Bütün bunlar kahvehane sohbetinden öteye geçse bile, meselenin asıl ağırlığını aldığı noktaya yaklaşamaz ki o da güvenliktir. Olası bir nükleer tehlikeye karşı alınması gereken önlemler ve bu konuda edinilmesi gereken bilinç, televizyonlarda çocuklara ‘nükleer güç iyidir’ dedirtmekten daha fazlasını gerektiriyor. İş cinayetlerinde hala Avrupa birincisi olduğumuzu, Soma’da kar hırsı, denetimsizlik ve ihmal yüzünden yaşanan feci katliamı, bunlara rağmen mevcut işçi sağlığı ve iş güvenliği sisteminin ve denetim mekanizmalarının ne düzeyde özensiz ve işlevsiz halde olduğunu es geçemeyiz. Hala her yıl yüzlerce insanımızın hayatına mal olan taşeron sistemini ve rant ekonomisini görmezden gelemeyiz. Bugünün muktedirinin, Rize’de radyasyonlu çayı tepeye dikerek Çernobil konusunda toplumu rahatlatmaya çalışan bakanın ve yaslandığı erkin sureti olduğunu hasır altı edemeyiz.

Meselenin radyoaktif malzeme madenciliği kısmına hiç girmeden, çevresel boyutunu ele aldığımızda da tablo pek iç açmıyor. Zira atık denildiğinde aklımıza hala ya toprağa gömmek, ya da suya vermek geliyor. Bir şekilde gözümüzün önünden kalksın da, nasılsa doğa gerisini halleder diye düşünüyoruz. Bu algıdaki sakatlığı bir kenara bırakarak, konu nükleer atık olduğunda bunun dahi geçerli olmadığını hatırlatmak gerekiyor. Bir şey radyoaktif ise konumunu değiştirdiğinizde ışınım yaymaktan vazgeçmez, uranyumdan koşarak kaçılmaz. Suya verirseniz balıklar, toprağa verirseniz bitkiler kanser olur -mutasyonu hafiflettim- ve onları yiyerek siz de kanser olursunuz. Ya uzaya fırlatacaksınız, ya da sabit bir yerde tutarak doğaya karışmasını önleyeceksiniz. İkincisi açısından, bir yere sürekli nükleer atık yığmak ve tedbir almaktan bahsediyoruz. En ufak bir hatada, tedbiri elden bıraktığımızda, ya da arıza durumunda kendimizi muazzam bir kaosun içerisinde bulmaktan bahsediyoruz. Reaktörün soğutma sistemindeki olası bir tıkanma ve arızada nükleer patlama riskinden bahsediyoruz. Daha termik santralın yarattığı kirliliğe çözüm bulamamışken, hatta bırakın çözüm bulmayı tamamen kendi haline bırakmışken – örneğin Eskişehir Alpu’ya kurulacak yeni termik santralın atık külüyle, oraya açılacak madenlerin bölgedeki verimli ovaya vereceği zarardan bahsedenlere daha şimdiden aklınıza gelebilecek her türlü baskı uygulanıyor – nükleer santralın güvenliğini alıp atıklarını yönetmek bilincimizin, teknik becerimizin, toplumsal algımızın en az yüz yıl ötesindedir.

Konunun kuşkusuz daha birçok boyutu var ancak burada toparlarsak, nükleer enerjinin mevcut dünya düzeninde hem tarihsel, hem teknik, hem de güvenlik açılarından insanlığın yararına olmadığı açıktır. Nükleer enerji bütün dünyaya yarardan çok yıkım ve katliam getirmiş, tarih boyunca siyasi gerilimlerin ve savaş dilinin pelesengi haline gelmiştir. Diğer taraftan, son derece üst düzeyde titizlik ve bilinç gerektiren nükleer santral kullanımının Fransa gibi yüksek kapasitede uygulandığı ülkelerde bile geri bırakıldığı düşünülürse, yalnızca Fukuşima dahi hatırlanırsa, alınan risk bütün boyutlarıyla görülecektir. Öte yandan, Türkiye ne toplumsal bilinç, ne teknik altyapı, ne eğitim, ne de endüstriyel açıdan nükleer bir santrala katiyetle hazır değildir. Bu çılgınlığa kapılıp belli politik çevrelerin siyasi amaçları uğruna ülkemizi böylesi bir belaya bulaştırmak, her şeyden önce çocuklarımıza, torunlarımıza, gelecek kuşaklara yapacağımız en büyük kötülüktür. Bırakın Türkiye’yi, bütün dünyada nükleer karşıtı mücadeleyi yükseltmek geleceğin dünyasına borcumuzdur.

Sinop Ayancık’ta nükleer karşıtı kampta
Karadeniz dalgalarının aramızdan aldığı üç fidan,
Öner, Soner ve Güneş anısına saygıyla…

Ragıp Varol / Maden Mühendisi


Exit mobile version