Öncelikle, yazının amacı bahsi geçen projelere duyulan ihtiyacı ve bunların ne kadarını karşıladığını tartışmak değil. Kamuoyunda sıkça oluşturulan algının aksine, ne yapıldığından ziyade nasıl yapıldığı ve sonuçlarının ne olduğu, halka ne düzeyde yansıdığını ortaya koymaktır.
Toplumun koşulsuz onayı
Türkiye’nin son 15 yılına baktığımızda, özellikle seçim dönemlerinde sürekli gündeme getirilen ve propaganda aracı olarak kullanılan ekonomik gelişmenin/büyümenin itici gücü olarak inşaat sektörünün başı çektiğini artık kimse yadsımıyor. Gerçekten de farklı sektörlerde yapılan projelere baktığımızda inşaat sektöründeki yatırımların finansal büyüklük, kapasite ve istihdam bakımından son derece açık bir farkla ön planda olduğunu görüyoruz.
Bunun sebeplerini politik bağlamda incelersek, düsturunu esasen Necmettin Erbakan ekolünden, köklerini ise Adnan Menderes’ten alan Milli Görüş çizgisinin yerel yönetimler ve belediyecilik anlayışını göz önüne almalıyız. Zira siyasal islamın sözcüsü Milli Selamet, Fazilet, Refah Partisi çizgisinde siyaset yapan ya da buralara öykünen iktidarların en önemli finansal argümanının yaptıkları büyük inşaat projeleri olduğunu görürüz. İlkin Kayseri ve Konya gibi kentlerde kendini göstermeye başlayan, daha sonra Erzurum, Rize gibi farklı coğrafi bölgelere yayılan bu ekol, halkın gözünde diğer politik geleneklere nazaran daha çok olumlanır. Çünkü ortada görsel bir ‘kalitelileşme’ vardır; yollar, kaldırımlar, yeşil alan düzenlemeleri, trafik tertibi ve kenar mahallelerin toplu taşımayla kente dahil edilmesi insanlarda ‘hayatımız kolaylaştı’ algısı yaratmıştır ki görece doğrudur da. Menderes döneminde tarlalarda cirit atmaya başlayan traktörler çiftçi üzerinde nasıl bir etki yarattıysa, kolaylaştırıcılığı bakımından bu tür yatırımlar da kentliler üzerinde aynı etkiyi yaratmıştır.
Fiilen durum böyleyken, arka planda ‘dönenler’ pek de umursanmadı. Liberal iç politika söylemleri sayesinde, edinilen ‘konfor’ kullanılan kaynaklara ilişkin kaygıların önüne geçti. Öyle ki, Menderes dönemindeki Marshall yardımlarından son 15 yılda alınan 350 milyar dolar dış borca kadar gelinen süreçte, bu borçlanmayla her ne yapıldıysa milli bir meseleymişçesine tartıştırıldı. Bu noktada özellikle 1980 sonrası toplum, kodlarına yerleştirilen bireycilik ve kolaycılıkla beraber bu tür projelerin inşasına dair kamuoyu onayında kilit bir rol oynadı. Yolsuzluklar, rüşvet, hibe kol gezerken insanlar market arabalarını kasalara sürdüler ve çekirdekleriyle birlikte televizyonlarının karşısına geçip bankerlerin reklamlarına öykündüler. Kısa yoldan zengin olmanın, köşeyi dönmenin, ‘dün dündür bugün bugündür’ demenin hesabını yaptılar ve “lüküs hayat” ziyadesiyle ağrısız olduğundan zamanla üretme kaygılarını tamamen yitirerek “modern” tüketicilere dönüştüler.
Böylesi bir ortamda, seçim meydanları, mikrofonlara, ilkelerini ve Türkiye’nin geleceği üzerine fikirlerini bağıranlar yerine, kimin nereye kaç çivi çaktığı üzerinden birbirleriyle ağız dalaşına giren siyasetçilerle doldu.
AKP, bu sürecin son ve en büyük krizinde doğdu. Gitgide aynılaşan ve politika üretme yeterliliğini yitiren partilerin tıkadığı siyaset ortamında yeni projelerle, ılımlı ve birleştirici söylemlerle, atılım vadeden enerjik bir görüntüyle sahneye çıktı. Neoliberal programın en ‘iyi’ uygulayıcısı olacağının sözünü verdi. En büyük vaadi “Büyük Türkiye” idi ve devasa bir kitleyi bunu kendine has yöntemlerle başaracağına ikna etti. Ekonomiyi düzeltecek, ülkeyi şahlandıracak ve hak ettiği yaşam standartlarına ulaştıracaktı. Esasen neoliberalizme, küreselleşme heyulasına yaslanan bu politikası kısa sürede heveskarlarından yani bazı sözüm ona aydın, entelektüel, liberal çevrelerden de büyük destek aldı. Gazetelere göre toplumun büyük kesimi özlemlerini AKP ile giderebilirdi ve artık bir şeylerin kökten değişmesi gerekiyordu.
Sonrasında olanları, bu heyulanın Türkiye’yi getirdiği noktayı bugünlerde en ağır şekliyle yaşıyoruz. Öncülleri gibi, AKP de bu vaatlerini inşaat yatırımlarıyla gerçekleştirme yöntemini uyguladığından, sürecin ekonomik açıdan rasyonel bir analizini yapmak adına, her biri incelemeye değerdir.
Ne yapıldı, nasıl yapıldı?
Farazi bir tartışma yapmadan, doğrudan rakamların diliyle konuşmak gerekirse, AKP döneminde yapılan dört büyük yatırımı ele alabiliriz: Zafer Havalimanı, Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü ve Yavuz Sultan Selim Köprüsü.
Buradaki dört projenin ortak özellikleri, yap-işlet-devret modeliyle yapılması, dış kredi kullanılması ve geri ödemesine ipotek olarak kapasite garantileri verilmesi, her birinin AKP propagandası adına yoğun şekilde kullanılması ve inşaat ihalelerinin adlarını zamanla sıkça duyduğumuz belli başlı şirketlere verilmesidir. Bir not olarak eklemek gerekirse, yakın zamanda gündeme gelen şehir hastaneleri, bunların dışında karayolu, toplu konut, iş kuleleri gibi yatırımlarda da tablo yukarıdakinden çok da farklı değildir.
Yap-işlet-devret modeli, ilk ortaya atıldığında hazinenin yükünü belli oranda hafifletmişti. Amacı kamu kurumlarını büyük projelerin ilk yatırım maliyetlerinden kurtarmak, özel sektörü teşvik etmek, yabancı sermayeyi çağırmak ve kazan-kazan ilişkisi kurmaktı. Ancak görüldüğü gibi kendi içinde de çelişen amaçları, sonuçlara da gözle görülür düzeyde hazin şekilde yansıdı. Çünkü yatırım maliyetinden kurtulan kamu, serbest piyasa uygulanınca işletme maliyetinin altında ezildi. Böyle olunca özel sektör işletmecilik düsturu gereği nitelikten çok niceliğe yöneldi, sürümden kazanma yoluna gitti. Yabancı sermaye de dolar kuru yükseldikçe kendini emniyetli alana çekerek vadesinde ödenmeyen alacaklarının peşine düştü. Sonuç olarak, öz kaynaklarımızı katma değere çevirmek şöyle dursun, elimizdekini de inşaatı bitmemiş üçüncü havalimanına ve geçmediğimiz köprülere yatırmış olduk.
Yapılan bir büyük hata da –iyi niyetle söyleyelim- verilen kullanım garantilerinin rasyonel olmamasıdır. Genel olarak karayolu projelerinde işin büyüklüğü hesaplanırken birim zamanda geçecek araç sayısı referans alınır ve yapılacak imalatın kapasitesi buna göre belirlenir. Daha sonra eğer müteahhit firmaya geçiş garantisi verilecekse, bu veriler üzerinden değerlendirme yapılır. Aksi durumda ya ihtiyacı karşılayamayan, ya da ihtiyaca fazla gelen bir iş yaparsınız. Yukarıda örneğini verdiğimiz dört büyük projenin de ortak özelliği, ikincisidir. Yani taşıyacakları kapasite, mevcuttan en az iki kat yüksektir. Dolayısıyla, yatırım ve işletme maliyetleri de iki kat arttığından, verilen geçiş garantisi gerçekçi değildir ve rant gayesi belirgindir.
Dış kredi kullanımı, konu özelinde ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından son derece önemli ve meselenin ana gövdesini oluşturuyor. Şöyle düşünelim; 100 küsur milyar dolar dış borcu olan ve üretimden yarattığı katma değer bunu karşılamayan bir ülke, zaruri olarak ekonomi politikasını ikincisini arttırmaya odaklar. Tabi borcunu tamamen kapatmak istiyorsa. Aksi durumda, ne yaparsanız yapın o borç artacak, zamanla astronomik seviyelere ulaşacaktır. Dolayısıyla, devlet -özel sektörün teşvikiyle veya kendisi- mutlaka ve mutlaka bütün yatırımlarını buraya yapmalıdır. Siyasi dile pelesenk edilmiş “fabrika kurmak” tabiri şaka falan değildir, sistemin bugünkü krizini aşması adına olmazsa olmaz bir ihtiyacıdır. Bu bakımdan, eğer bu borca ek olarak yeni bir dış kredi kullanılacaksa, böylesi yatırımlara yönlendirilmelidir.
Yapılan işte bunun tam tersiydi. Acil ihtiyacımız olmayan köprülere, konuta, alışveriş ve ticaret binalarına siyasi propaganda için Türkiye’nin toplam dış borcunun üç katı kadar para gömüldü ve tamamı krediydi. Hal böyle olunca, ihracata, üretime herhangi bir katkısı olmayan yığınla dev projeyle, geleceğimiz çalındı, ipotek altına alındı. Dengesiz sanayileşmeyi dengesiz borçlanma ve ölü yatırımlar izleyince, kendi öz gücünü tamamen yitiren ülkemiz, kamu kurumlarını da teker teker elinden çıkararak tamamen dünya piyasasının otobüs durağı haline geldi.
Asrın projelerinin halka maliyeti
Aslında tabloda yazıyor. Vade tarihine kadar her yıl ödeyeceğimiz rakamları topladığımızda, üstüne şehir hastanelerinin maliyetini de eklediğimizde, asrın projeleri bize tam tamına 192 milyar TL vergi yükü bindirmiş durumda. Elbette bu rakam, üretimden ve tarımdan kayıplar göz önüne alındığında fena halde can sıkıcı oluyor.
Projelerin maliyetlerine bakıldığında, izlenen yöntemin verdiği açıklar daha da belirginleşiyor. Somutlaştırmak gerekirse, Osmangazi Köprüsü 10 milyar liraya, Yavuz Sultan Selim Köprüsü 8,5 milyar liraya, Avrasya tüneli 5,8 milyar liraya, şehir hastaneleri 17,1 milyar liraya, Zafer Havalimanı ve bunların bağlantı yolları toplamda aşağı yukarı 41 milyar liraya inşa edildi. Bu şu demek; eğer devlet bu projeleri kendi gücüyle yapsaydı bizi 150 milyar lira ek yükten kurtarmış olacaktı.
Toparlarsak, asrın projeleri, sunulduğu gibi gerçekten Türkiye’nin 15 yıl boyunca gelişmesinin ve güçlenmesinin bir sonucu olsaydı, bugün böyle bir dış borcumuz olmazdı. Önümüzdeki 30 yıl boyunca -ülkeyi yöneteceklerin kimliğinden bağımsız olarak- ödenmek üzere 350 milyar TL, mevcut statükonun siyasi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanılmasaydı, başka bir deyişle, Türkiye’yi kalkındırmak adına Türkiye’nin emeğiyle inşa edilen dev yapıların sefasını süren ve rantını cebine indiren zümre ve onun ekonomik çıkarları bu denli her şeyin üzerinde tutulmasaydı, yakın gelecek hakkında olumlu şeyler konuşmak mümkün olurdu.
Halka kendilerince dünya devi bir ülke vadedip arka planda emperyalizme reverans verenler bu işte bu denli ustalaşmasaydı, bizzat verdikleri imtiyazların ucu bucağı belli değilken bugün doların yükselip durmasını dış güçlerin oyununa bağlamaktan hiç değilse utanırlardı. Bütün bu ahvalde, sürüklendiğimiz felaketin ekonomik tarifinin aşağıdakinden daha doğru bir cümle olmadığı aşikâr.
AKP’nin Türkiye’ye maliyeti 45 yıldır.
Çözüm
Bana kalırsa, Dario Fo’nun ünlü tiyatro oyunundan hayli etkin bir seçenek üretilebilir:
-Non si paga! Non si paga!*
*Ödenmeyecek! Ödemiyoruz! (çev. Füsun Demirel)
Ragıp Varol / Maden mühendisi