Ankara’nın Mamak ilçesinde 5 Mayıs Cumartesi günü, 9 dakika kadar süren yağış sonucunda 6 vatandaşımız yaralanırken çok sayıda otomobil sel suları tarafından sürüklendi. Bazı işyerleri su altında kalırken önemli ölçüde maddi zarar meydana geldi. Sonuçta, yukarıdaki manzara ile karşılaşmış bulunduk. Felaket hakkında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tuna; meydana gelen selin “500 yılda bir” gelen bir afet olduğunu söyledi. Son dönemdeki olayların ardından gelişigüzel biçimde tekrarlanan bu söylemin özünde topluma “Yapılacak bir şey yok; çok konuşmayın” mesajı verilmek istendi. Pekiyi, hakikaten durum böyle mi?
Geçtiğimiz sene 18 Temmuz’da İstanbul’da önemli bir sel vakası yaşanmıştı. 2009 Eylül ayında Ayamama Deresi’nin taşması sonucunda ise 31 vatandaşımızın yaşamını yitirmesine tanık olmuştuk. İstanbul’un dışında; Ağustos 2015’te Hopa’da 8 vatandaşımızı kaybettiğimiz başka bir sel hadisesi de olmuştu. 2012 Temmuz ayında da Samsun’da meydana gelen sel olayında ise 13 can vermiştik. Ankara’da ise aşağıdaki görüntüleri görmeye o kadar çok alıştık ki; sosyal medyada yapılan “Ankara’ya Deniz Geldi” temalı espriler bile özgünlüğünü yitirdi. Sel olayları ülkemizde sık yaşanıyor; o halde bu olayların bir kısmını bilimsel bir pencereden incelemeye başlayalım.
Konu TOKİ Değil, Konu Semavi Bir Felaket
İlk olarak; Samsun’a, 2012 Temmuzuna bir zaman yolculuğu yapalım. Hayatlarını kaybedenlerin çoğunluğunu TOKİ’nin yaptırdığı binalarda ikamet edenlerin oluşturduğu sel felaketi sonrasında, halen görev başında olan Samsun Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz’ın açıklamasına göz atalım.
Vakti zamanında merak edip o sel felaketine yönelik bir çalışma yapmış ve “Semavi Felaket” konusunu irdelemiştim: Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün (MGM) açıklamasına göre felaketin yaşandığı gün içerisinde 68,4 mm yağmur yağmış. Samsun için istatistiklerin tutulduğu son 59 yılda bir gün içinde 68,4 mm’den daha fazla yağış düşmüş tam 13 adet yıl var. Frekans analizi denilen ve bu yağışların tekrarlanma ihtimallerini hesaplayan bir yöntemi uyguladığımda 68,4 mm’lik yağışın 3-4 yılda bir beklenen bir miktar olduğunu gördüm. Sağanakların süresi, akışa geçebilecek suların miktarını etkilese de bu çaptaki bir yağışın “semavi felaket” olarak nitelendirilmesi doğru olmayacaktır. Eğer bu olay “Semavi Felaket” ise 1967’de bir günde 238,2 mm yağış düşmesine sayın başkanın “Nuh Tufanı” demesi gerekir. Bu arada olayların sorumlularına ne oldu diye merak mı ediyorsunuz? Olaya ilişkin soruşturma başlatılmış olsa da 3 yıl sonra savcılık takipsizlik kararı vererek 13 canın faillerinin meçhul olduğuna hükmetti.
İkinci yolculuğumuz için 2016 Ağustos ayına Ankara’ya gidelim. Hatırlarsanız Ankara’da yaşanan su baskınlarında başta Akay Altgeçidi olmak üzere su baskınları yaşanmıştı. Dönemin başkanı Melih Gökçek; bu yağışın bir afet olduğunu, “Kızılay’a düşen yağışın iki tenekeyi dolduracak kadar fazla” olduğunu ve altyapının bu yağışı karşılayabilecek yeterlilikte olmadığını savunmuştu. Bunun üzerine İnşaat Mühendisleri Odası (İMO) Ankara Şubesi’nin basın açıklaması, başkanın afet anlayışının 5 yılda bir görülen bir olay olduğunu ortaya koymuştu. Zaten bundan önce de 2011 ve 2014 yıllarında Balgat’taki “70 gün alt geçidi” sulara gömülmüş ve benzer görüntüler oluşmuştu.
Son olarak 2017 Temmuz İstanbul sel felaketine dönelim. Bu felaket özellikle Silivri’yi etkilemişti. Bunun üzerine Silivri’de meydana gelen 91 mm’lik yağışı analize tabi tuttum. Elimdeki kayıtlar yeterli nicelikte olmasa da o gün düşmüş olan yağışın 500 yıldan daha fazla sürede bir tekrarlanan bir olay olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Başka bir ifade ile ilk bakışta bir afetle karşı karşıyaymışız Yalnız Silivri’nin nüfusu yaklaşık 180.000; yani 15 milyonluk İstanbul’un minicik bir parçası. Peki; şehrin nüfus ağırlığını taşıyan diğer yerler? Bakırköy, İkitelli, Sarıyer? Verilerine ulaşabildiğim bir diğer bölge olan Sarıyer’in durumunu incelediğimizde yağışın 3-4 yılda bir beklenen bir yağış olduğu sonucuna vardım. “Ankara Kriterleri” değil de “evrensel tasarım kriterleri” esas alındığında başa çıkılabilecek bir yağış gibi. Bir de şu açıklamaya da değinelim: “Yıllık yağışı ortalama 849,7 olan Sarıyer’de 17-18 Temmuz’da 91,4 kilogram yağış görüldü”. Kimi yıllarda çok kısa süre içerisinde çok büyük yağışlar doğal olarak düşer ve zaten tam da bu olaylar baz alınarak önlemlerin alınması beklenir. Yani meteoroloji bilimi de su kaynakları bilimi de zaten böyle günler için vardır.
Sel değil, su baskını öldürür
Meteorolojik değerlendirmeler ve trajikomik beyanatlardan sonra artık kent yönetimi açısından bir değerlendirmeye başlayalım. Büyüklü küçüklü ölçeklerde oluşmuş hava olaylarının sele dönüşüp su baskınlarını oluşturup oluşturmayacağını, kent planlamasına ilişkin faktörler belirlemektedir. Seller, tıpkı depremler gibi doğal olaylardır ve bundan kaçınmak mümkün değildir. Su baskınları ise, insan aktivitesinin olduğu mekanlara, can ve mal güvenliğini tehdit eder ölçekte su basmasıdır. “Deprem öldürmez, bina öldürür” ilkesini buraya uyarlarsak “sel değil, su baskını öldürür” diyebiliriz. Suyun normalde akacağı mecrayı ve bu tip anormal durumlarda yayılacağı sahayı işgal etmezsek, selin bize dönük olarak bir zararı olmayacaktır. Aşağıdaki görselde bunu net biçimde görebiliriz:
Normal şartlarda su, soldaki resimdeki gibi akarken; salı günkü olayda ise durum sağdaki gibi olur, taşma gerçekleşir. “Taşkın sahası”, suyun anormal zamanlarda yayılacağı alanı tarifler. Söz konusu taşkın sahası sabit değildir ve yağışın şiddeti ve suyun beslendiği havzanın özellikleri ile beraber değişkenlik gösterir. Taşkın sahaları; meydana gelecek olan selin şiddetine, bölgedeki insan aktivitesine, vb. göre derecelendirilip risk sahaları oluşturulur. Şehircilik anlayışı da burada devreye girer. Gelişigüzel imar izni vermekten bahsetmiyorum; gerçek şehircilik bilimini burada vurgulamak istiyorum: Örneğin, sözgelimi 100 yılda bir beklenecek olan selin yayılacağı alana yapı imarı verilmez, orası yeşil alan olarak korunur. 500 yılda bir beklenecek olan selin yayılacağı sahaya ise imar şartlı olarak verilir. Yani 2012 Samsun olayında olduğu gibi yukarıdaki taşkın sahasına yapılaşma izni vermek, bile bile lades demek oluyor. Oysa, bizde bırakın taşkın sahasına imara izin vermemeyi, var olan derelerin de üzerine beton/asfalt döküp kapatıyoruz. Çevrenizdeki semt/cadde isimlerine bakıp (Dolapdere, Büyükdere, Cevizlidere, Kavaklıdere) dereleri aramaya koyulursanız görünürde hiçbir şey bulamayacaksınız; ancak en ufak şiddetteki bir yağışta o caddelerin derelere, boşaldıkları alt geçitlerle metroların göllere dönüştüklerini tıpkı Mamak’ta meydana geldiği şekliyle acı biçimde tecrübe ederiz.
Derelerin intikamı ağır olur
Taşkın sahasının büyüklüğünü etkileyen bir diğer faktör, su havzalarına düşen yağışın akışa dönüşme oranıdır. Yukarıda son selden sonra popüler olan “350ankara.org” adlı internet sitesinden alınma sade ancak doyurucu ölçüde açıklayıcı bir görsel bulunuyor. Yere düşecek olan yağmur; öncelikle ağaçların yaprakları tarafından tutulup yere düşmeden buharlaşır, yere düşen miktarsa toprak ve bitki örtüsü tarafından emilir, geriye kalan fazla yağış ise doğal mecrasında akarak akışa dönüşür. Suyu tutacak olan bitki örtüsü ile toprağın yerini asfalt ve binalara bırakmak emilim oranını azaltıp akışa dönüşme oranını hızla arttıracaktır. Her bulduğumuz boş arsaya binalar dikip bu binalara ulaşabilmek için asfalt yollar yaparsak Erdoğan’ın da dediği gibi “derelerin intikamı ağır olur”.
Yapılaşmanın yanında, kentlerimizin hemen hemen hepsinin kentsel drenaj sistemleri yetersiz durumda. Çağdaş yaklaşım gereği, kanalizasyon sistemleri ile yağmur suyu tahliye sistemlerinin ayrı olması gerekir, ancak biliyoruz ki burası İsveç değil. Sel olaylarında sel suları ile atık sular birbirine karışabilir. Bu durum ciddi çevre ve halk sağlığı problemlerine yol açabilir. Örneğin; aşağıda resmini gördüğünüz üzere Şişli’de, “poğaça almaya yüzerek gidiyorum” diyen arkadaşın aldığı sağlık riski maalesef çok yüksek.
İklim değişikliğinin bu sel felaketleri üzerine etkisine değinmeden geçmemek gerekiyor. İklim değişikliği bir gerçekliktir ve tüm yerküre etkilerinden nasibini alacaktır. Dolayısıyla, bu konuyu evrim tartışması gibi ideolojikleştirmek beyhude bir çabadır. ODTÜ İnşaat Mühendisliği Su Kaynakları Laboratuvarı’nda çalışan bir arkadaşımın doktora araştırmalarının ilk bulgularına göre; İstanbul’da gerçekleşen aşırı yağışların şiddeti iklim değişikliği dolayısıyla kayda değer miktarda artmıştır. Ancak bu durum, felaketlerin sorumluluğunu yetkililerin üzerinden atmaya yetmeyecektir. Devletin görevi, değişen iklim koşullarına uygun imar ve iskân politikası geliştirmektir.
Son söz olarak hepimizin bildiği acı gerçeği tekrar etmekte fayda var: Mühendislik ve planlama ilkelerini hiçe sayarak yapılan uygulamalarının sefasını yağmacı ve rantçı sermaye sürerken, cefasını halk çeker. Üstü betonla kapatılan dereler, derelerin yayılma alanlarına verilen imar izinleri, kentlerdeki yeşil alanların hızla tüketilmesi ve yetersiz altyapı koşullarında elbette “derelerin intikamı ağır olur”. Dereler intikamını alırken ülkemizin normali olan sorumsuzluk ilkesi gereği sosyal adalet yerlerde sürünür. Ranttan beslenen “Neo-Toprak Ağaları” için alınan kararlar; her yağmurda halkı fakirleştirir, o ülkeye de “Yeni Türkiye” denir. Öyleyse bu sefer oyunu bozalım ve halkımız için kentlerde insanca yaşam hakkını aramaya başlayalım.
Rant Ağalarının Ödettikleri Bedel: Su Baskınları