Prof.Dr. Fuat Ercan İle doğa ve enerji üzerine söyleşi – BirGün
Spread the love

İktisadi gelişme ve uluslararası iktisat üzerine 20 yıldır ders veren ve araştırmalar yapan Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Fuat Ercan ile kalkınmada doğa ve enerji konusunu konuştuk. Hoca, “Bütün yasa maddelerinde Türkiye’nin kalkınması deniliyor ama yaşayan insanlar kalkınmıyor. SANKO, Zorlu, Çalık belki krize girerdi Hidro Elektrik Santraller (HES) olmasaydı ama biz değil. Biz o kadar enerji ihtiyacı duymuyoruz. Bizi tüketmeye zorladıkları şeyleri ayrıca düşünürsek bizim ihtiyacımız olan enerji çok az bir miktar” diyor.
 
İktisadi açıdan HES’lere nasıl bakıyorsunuz?
İktisat ve iktisatçılar resmin tamamını hiçbir zaman göstermez; onlar kralın terzileridir ve allı morlu elbiselerle görülmemesi gerekenleri süsleyerek gizlerler. Bugünlerde artık HES sorununun doğrudan biyolojik çeşitlilik üzerinden analiz edilmesi gerekiyor. Dünyada biyolojik çeşitlilik alanında belirgin tartışmalar vardı ancak Türkiye’nin gündeminde yoktu. Türkiye’de kapitalist modernleşmenin son dönemde gerçekleştirdiği hızlı dönüşüm ve bu dönüşümde kural-yasa, hak-insaf bilmeyen bir ittifak özel olarak HES ama genelde doğayı hızla kapitalist ilişkilere çekecek yıkım sürecini başlattı. Daha önceki yasalar ve yerel-toplumsal muhalefet kendisini gösterdiği ölçüde AKP iktidarı AB’nin zorunlulukları bahane ederek düzenlemelere yöneldi. Böylece doğanın sermaye olarak dönüştürülmesi Türkiye’de AKP’nin politikalarıyla hızlandı. Belki de son zamanlara ait söylenecek en önemli çıkış, iktisadın gerçekliğe çağrısına karşı çıkmak, artık sadece insanlık için değil, insanın da parçası olduğu doğa için bu tarz bir gerçekliğe çağrıya hayır demek gerekiyor. Sağlıklı bir HAYIR için de kalkınma, etkinlik, verimlilik, enerji ihtiyacı gibi kavramların deşifre edilmesi gerekiyor.
‘Bir damla suyu boşa akıtmayız’ felsefesi günümüzde özellikle Türkiye’de oldukça popüler…
Evet, çünkü bugünlerin Türkiye’si kapitalist modernleşme sürecini son zamanlarda daha yoğun yaşıyor. Ama “Su Akar Türk Bakar” ifadesini destekleyecek değişimler dünya ölçeğinde daha erken bir dönemde belirleyici oldu. Doğanın kapitalist ilişkiler içine daha yoğun bir şekilde ideolojik temellerin atılmasında Hernendo De Sotho’nun ‘Mystery of Capital’ adlı çalışmasının özel bir önemi var. Çünkü De Sotho çalışmasında bizim gibi azgelişmiş denen toplumların aslında zengin oldukları ama sahip olduklarını etkin kullanmadıklarını özellikle de doğal kaynakları ölü tuttukları için kalkınamadıklarını belirtir ve tabii, bu kaynakların aktif hale getirilmesi halinde zenginleşmenin sağlanacağını işaret eder. Bu anlayış kapitalist modernleşmenin dünya ölçeğinde Bilgi Bankası olan Dünya Bankası ile hızlı ideolojik-teorik bir zemine oturtulmuş ve ülkelerin zenginliklerinin kaynağını sorgularken, büyülü bir ifade ile ‘Doğa Sermayesi’ kavramı kullanılmıştır. Yeni çıkan raporlarda, ulusların doğal sermayelerinin detaylı dökümü yapılıyor, kaynakların değeri hesaplanıyor. İronik olan ise doğayı yok edecek, suya, ormanlar, nehirler, biyolojik çeşitliliğe altın kelepçeler takacak uygulamalar Birleşmiş Milletler Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (UBÇS-1992) ile dünyanın gündemine geliyor. Doğanın yıkımına dur diyecek biraraya geliş şizofrenik dili ‘kullanma-koruma’ ilişkisi içinde ele alınmıştır. Şizofrenik olma halinin belki de bizi ilgilendiren en önemli yanı sözleşmenin ikinci (Sürdürülebilir Koruma) ve üçüncü (Genetik Kaynaklardan Elde Edilen Kârların Adil ve Eşit Dağılımı) maddeleridir. İkinci madde kullanmaya devam etme anlamına gelirken, üçüncü madde kullanma sonucu doğayı yok etme sürecine sermaye-devletin dışında toplumun diğer kesimlerini de dahil etme amacını taşıyor. Nobel ödülünün 1999’da neden E. Olstrom’a verildiğini de bu gelişmeler içinde anlamış oluyoruz. Çünkü Ostrom çalışmalarında insanların ortak varoluşu için gerekli olan şeylerin metalaştırma sürecini, ekonomik yönetişim ifadesi içinde özellikle çatışmaları azaltma ve kapitalist modernleşmeyi toplumun en ücra noktalarına taşıyacak bir katılımcı demokrasi belki doğru ifade ile katılımcı paylaşımın gerekli olduğunu söylüyor. Yani yaşam ortamını katletmek için yeni suç ortaklarına davet çıkartıyor. 2009’da İstanbul’da toplanan Dünya Su Konseyi Başkanı’nın ifadesi ile ‘bir dünya su ailesi’ oluşmuş durumda.
Ya Türkiye? Türkiye’de ne oluyor?
Gelişmeleri anlamak için bütüne bakmak ve bazı içsel bağlantılar kurmamız gerekiyor. Ölü denen doğal kaynakları hareket geçirmek için devlet yasal-kurumsal düzenekler hazırlıyor. Kemal Derviş ne demişti “biz sahayı hazırlayacağız, siz golü atacaksınız” Saha hazırlığı şirketleşen devlet-kamu özellikle yerel yönetimler üzerinden gerçekleşiyor. Gol atma ise uluslararası ve ulusal-yerel sermayelerin çatışmalara da yol açan etkinlikleri ile biçimleniyor. Bu etkinliklere son dönem gazetelere yansıyan hali ile baksak önemli ipuçları elde ederiz. Haberlerden birinde “Enerji konusunda faaliyet gösteren ve yeni yatırımlara imza atmaya hazırlanan Sabancı, Zorlu, Borusan, Sanko, Polat, Alarko, Doğuş, Doğan, Anadolu gibi Türkiye`nin dev kuruluşları yabancı ortaklık görüşmelerine hız verdi” diyor. 
Bu haberden kısa bir süre sonra gazetelere yeni bir haber düşüyor, “Koç Grubu’nun enerji alanındaki şirketi Aygaz, dünyanın önde gelen enerji şirketlerinden AES ile elektrik üretiminde işbirliği yapma amacı ile bir ortaklık anlaşması imzaladı.” Güler Sabancı’nın bir açılış töreninde işaret ettiği üzere: “Bir ortaklığı başarılı kılan unsur aynı stratejiyi paylaşmaktır, ancak bu yetmez. Bizi desteklemeniz, yolumuzu açmamız lazım. Serbest piyasaya güveniyoruz. Kamunun görevi bizi denetleyen bizi takip eden yolumuzu açan olmalı” dedi. Sabancı, yakın zamanda ihalesini aldıkları Başkent Elektrik Dağıtım Şirketi’ni (BEDAŞ) aralık ayı gibi devralabileceklerini söyledi. Bu haberlere TÜSİAD Başkanı’nın Dünya Enerji Konferansı konuşması haberini mi versek, bu haberlere son zamanlarda hız artan HES sahiplerinin kurdukları HESİAD’ı mı versek?
Ama çok daha önemlisi devlet-kamunun bu zaman dilimi içinde sahayı hazırlamak için ard arda yasal-kurumsal düzenlemelere gitmeleri. Önlerindeki engelleri kaldırmak için ard arda yasalar ve yetmediğinde de torba yasalar çıkartıyorlar. Devletin son 30 yılda özelleştirmeler ve sermayeden alınan vergilerde azalma nedeniyle kaynak kaybına uğraması ve yeni kaynaklara yönelmesi müflis aile reisinin elinde ne varsa (doğa-kamu mülkü vs) “çek kuyruğunu gitsin” mantığı ile elden çıkarıyor. Son zamanlarda yeni bir anlayışla kamu-özel işbirliği içinde kullanmaya başladılar.
Yasalardaki son durum ne?
Bugünlerde 20’den daha fazla yasa, insanların ortak yaşam alanlarını hızla ticarileştiriyor. Orman yasası, tohum, kıyı, mera, belediyeler, biyolojik çeşitlilik… Ortak yaşam alanları hızla kapitalist sisteme entegre ediliyor. Biyolojik Çeşitlilik Yasası’nın taslağında elinizdeki doğal sermayeyi şirketleşerek piyasaya sunabilmenin alt yapısını hazırlıyor. Munzur’da Munzur Suyu diye bir şirket var. Alevilerin değerlerini de pazarlayarak biraz. Hatay’da da defne yaprağını lisansla alıp satma, Artvin’de kardeleni satma, Tunceli’de tekdişli sarımsağı… Gündelik tükettikleri şey hızla piyasalaşacak. Taslakta üstün kamu yararı gerek görülürse her yeri kamulaştırarak ticarileştirecekler. Bu kavram, önümüzdeki günlerde karşımıza çok çıkacak. Koruyacağız deniliyor ama üstün kamu yararı görülürse Bakanlar Kurulu kararıyla 29 yıllığına diye devam ediliyor. Bütünleşik Su Havzası Yönetimi dedikleri şey de sermayenin kullanabilecekleri kaynakların dökümünü çıkartma çabası… Dikkat ederseniz HES’lerin lisans anlaşmalarının verildiği yerler zaten daha önce bütünleşik su havza yönetimiyle belirlenmiş yerlerdir.
‘Kamu’, şirket gibi davranıyor

Biyolojik Çeşitlilik Yasası’nda öne çıkan noktalar hangileri?
Son dönem HES’lere yönelik yerel-toplumsal tepkilere karşılık AB’yi de işaret ederek oldukça tehlikeli olan Biyolojik Çeşitlilik Yasa Taslağı (BÇYT) gündeme getirildi. Saha hazırlığında ama çok çok önemli olan ve üzerinde ısrarla durulması gereken hiç kuşkusuz budur. 
Bu yasa taslağı yukarıda işaret edilen koruma-kollama dengesini belki de en fazla bozan maddelerle dolu. Karar verme aşırı merkezileşiyor, Çevre ve Orman Bakanlığı biyolojik çeşitlilik-doğa için ilk elden yetkili oluyor (taslak yasa Md 37). Bu yetki önemli, çünkü  tasarının yasalaşması halinde “alınmış tüm koruma alanları hakkındaki kararların yeniden düzenleneceği” belirtiliyor (Geçici Md 1). Taslaktaki 9.madde ise yerel/bölge insanını sahip olduğu tabiat çeşitliliğini/ürününü belgelendirerek sürece katılmasını yani sermayenin yıkıcı mantığı içine insanların çekilmesine olanak sağlıyor.
BÇYT’nda karşımıza çıkan ve önümüzde çokça karşılaşacağımız tehlikeli bir ifade üstün kamu yararı. Kamulaştırarak özelleştirme ifadesini de doğrulayacak üstün kamu ilkesi hayata geçiriliyor. Gerekli hallerde hak/izinlerin (intifa ve irtifak hakkı gibi) Bakanlar Kurulu kararı ile verilebileceği belirtiliyor. (34. Md) 
BÇYT bu anlamda sadece HES’ler değil, bir bütün olarak yaşam ortamını dönüştürecek ve Anadolu’nun dört bir yanında doğanın piyasa içine çekilerek tahribatının önünü açması açısından çok ama çok önemli. Sadece su değil, ama değerlendirilecek her tabiat değeri piyasanın baskısı/yıkımı tehlikesi ile karşı karşıya. Uluslararası Biyoçeşitlilik Sözleşmesi ile karşılaştıracak olursak, Taslak’ın doğayı tüketme konusunda daha cesaretli davrandığını görüyoruz. Taslak’ta kamunun bir şirket gibi davrandığını ve bunu kamufle etmesi gereken konumlarda üstün kamu yararı ve ‘kalkınma’ kavramına başvuruyor.
 
Şule Yıldırım – BirGün 

Spread the love