Meslektaşa e-mail (2): RE: (ÇOK ACİL!!!) Olaylara Karışmak Hk. – K. Efe Ersöz
Spread the love

Selamlar,

Bir önceki yazışmamızda da biraz bahsettiğim, hemen aksiyon almamız gereken çok acil bir konu var. Hayır hayır, işyerinde gelen mailler gibi acil değil, bu konu gerçekten acil. Çünkü bu sefer patronun değil, doğrudan bizim için gerekli. İster bir şantiyede çalışıyor ol, ister üretim hattında, ister bir İK departmanında, ister başka bir bölümde masa başında çalışıyor ol, hepimizin işleri ikiye ayrılıyor: Acil olan işler ve “ÇOK ACİL!!!” olan işler. Bu durum sadece en alt kademe mühendisler ya da çalışanlar için değil yönetici meslektaşlarımız için de aynı. Şöyle iki gün durup sakin sakin, hakkını vere vere gerçekten kaliteli bir iş ortaya çıkaralım diyoruz ama yok. Hoop, bir mail geliveriyor. Falanca meselenin filanca kısmı takvimin çok gerisinde kalmış, acil desteklerimizi rica ediyorlarmış.

Çok acil işlerimiz ve acil işlerimiz arasında uygun önceliklendirmeyi yapabildikten sonra başlıyoruz çalışmaya. Tabi sadece işleri yapıp teslim etmek yetmiyor, geçenlerde attığım mailde de yazmıştım. Mutlaka “fark yaratmak” da gerekiyor. İddia şu, her kim ki diğer çalışanlara göre daha fazla fark yaratırsa kariyer hiyerarşisinin daha üst basamağında yer alır. Bu çok aşina olduğumuz bir kabul. Hatta bu iddiayı o kadar kanıksamışız ki çalışma yaşamının yegâne adil ilkesi sanıyoruz. Hiç birimizin de suçu yok, böyle düşünmemize sebep olan şey çok net bir gelecek kaygısı. Gerçekten adaleti sağlayacak olan bu ilke olmasa da, geleceğimizi garanti altına alacak başka bir seçenek düşünemediğimiz ya da yaratacak fırsatları bulamadığımız için basit bir hayatta kalma güdüsüyle bu ilkeye sarılıp çalışma yaşamımızı buna göre şekillendiriyoruz. Hâlbuki hepimiz fark yaratmaya çalıştığımız için hepimiz aynıyız. İK’cı da olsak, şantiyeci de olsak, vardiyacı da olsak, developer da olsak hepimiz aynıyız. Farklı olansa işyerlerimiz ve sahipleri. Çünkü onların hayatta kalmak için “fark yaratmaya” ihtiyaçları yok.

Zamanımızın ve dolayısıyla hayatımızın çok çok büyük bir kısmını çalışarak geçiriyoruz. Çalışmak kimileri için sıkıcı ama hepimiz için yorucu. Uzun mesai saatleri, yaşamımızı sürdürmeye yetmeyen veya ucu ucuna yeten ücretler, rekabet gibi hayatımızın ortasındaki tüm dertler de çalışmanın içine dâhil olunca yorucunun da ötesinde yıpratıcı bir hayat sürüyoruz. Belediye başkanlarının görevine devam etmesinden her türlü atamaya, kentlerde yapılacak projelerden hukuki davaların sonuçlarına kadar her şeye tek bir kişinin karar verdiği bir yönetim biçimini yaşarken, hepimizin hayatı bundan bir şekilde etkileniyor. Eskiden her akşam haberlerinde yerini mutlaka alan “filanca yasa görüşmelerinde gerginlik” haberleri artık yok. Onun yerine KHK adındaki modern fermanlar var. Yaşamanın çalışmaktan ve itaat etmekten ibaret olmasını kabullenemediğimizden, akıl ve beden sağlığımızı korumak için kimi kaçış noktaları arıyoruz. Eğer ayırabilecek biraz paramız varsa kendimizi spora veriyoruz, yemek, seramik, fotoğrafçılık gibi hobiler edinmeye çalışıyoruz, ya da her hafta sonu için bir kültür sanat faaliyeti bulmaya çalışıyoruz. Sevdiklerimize vakit ayırmak, saydığım aktiviteleri yapmak normal şartlar altında hayatımıza keyif katan detaylar olması gerekirken çoğumuz bunları bile bir rutin halinde tüm saydığımız gerçeklerden bir nebze kaçabildiğimiz alanlar olarak, mecburen kullanıyoruz. Hayatta kalmak zorundaysak ve mutsuzluğu bir yaşam biçimi olarak tercih etmiyorsak kendimizi motive etmeye ihtiyacımız var.

Çoğumuz, tabiri caizse “okumuş insan takımı” olan bizler, benzer öğütler dinledik, benzer kaygılarla büyüdük. Hepimiz en az bir ama muhtemelen çok kez “aman yavrum, olaylara karışma” lafını duyduk. Birçok kez “kaçanın anası ağlamaz” diye düşünerek hem geleceğimiz için risk almadığımızı, hem de erdemli davrandığımızı düşündüğümüz zamanlar olmadı mı?

İşte bugün “ÇOK ACİL!!!” aksiyon almamız gereken konu tam olarak bu. Çalışmak için maruz kaldığımız tüm olumsuzlukların karşısında kendimize kaçış noktaları yarattığımız için annelerimiz mutlu mudur bilinmez, fakat artık kaçmak yerine durup kendimiz için bir şeyler yapmamız gerekiyor. Sen iş stresinden kaçmak için kafanı kuma gömüp kariyerine odaklandıkça, bir bana bir de yan masana birer adım atmadıkça bunların hiçbiri değişmeyecek.

Güvencesiz çalışıyoruz, bu sert bir gerçek. En ufak bir konuda sesimizi yükseltmekten korkmamızın sebebi ya işten atılma korkusu ya da alabileceğimiz potansiyel bir terfiyi riske atmak istemememiz. Hatta o kadar korkuyoruz ki, geçen sefer sana attığım maili sosyal medya hesaplarında paylaşmak içinden gelse bile paylaşamadığını biliyorum. Sosyal medya hesaplarında paylaştıklarını görecek iş arkadaşlarının ya da yöneticilerinin “yediğin kaba pisliyorsun” çıkışından da çekinmiş olabilirsin, bunlara aldanma. Hiç kimse bir lütuf olarak maaş ya da herhangi bir yan hak vermiyor sana. Sen sabahın köründe kalkıp, bütün enerjini işyerine daha fazla para kazandırmak için harcadığından veriyorlar. Hem da hak ettiğinin çok çok azını veriyorlar. Hak ettiğin kadarını olmasa da biraz daha fazlasını alabilmen içinse türlü türlü “scorecard” hedeflerini yerine getirmen, sosyal hayatında senin bulunduğun herhangi bir ortamda sohbete bile dahil olamayacak bazı insanlara güler yüz göstermen veya şirketini adeta bir ortağıymış gibi sahiplenmen bile yetmiyor.

Hatta tüm bunların yanında canını bile ver diyorlar. Abartıyor muyum? Son bir ayda kaybettiğimiz meslektaşlarımız var. Patronların maliyet gördüğü ve bu sebeple yok saydığı işçi sağlığı iş güvenliği önlemleri sebebiyle yaşamını yitiren elektrik-elektronik mühendisi Delil Arslan, İTÜ mezunu uzay mühendisi Erdi Canbay, henüz otuzunda bile olmayan iki mühendis.. Yapı Kredi çalışanı Nadide Kısa, yıllarını, emeğini verdiği bankasında son dönem artan baskı ve mobbingle birlikte beyin kanaması geçirdi, yaşama veda etti….

Sana küçük bir sır vereyim mi? Hiç ummadığım birçok insan, bir önceki yazımı okumuş olmasına ve aynı duyguları paylaşmasına rağmen olumlu geri dönüşlerini sadece bire bir görüştüğümüzde ifade edebildi. Çünkü başkalarının, kendisinin de böyle düşündüğünü bilmelerinden korkmuşlardı. Diyeceğim o ki, sandığımızdan çok daha kalabalığız ama içinde bulunduğumuz durumları açıktan konuşmaya korkuyoruz. Bu kalabalık olma durumu hepimize özgüven vermeli. Bir deli cesaretiyle saman alevi gibi parlayıp; iş güvencesi, mobbing, gelecek kaygısı gibi korkularımızın üstüne gidilince hemen sönecek bir kakafoniden bahsetmiyorum. Tabi ki kendimizi koruyacağımız fakat en azından, memleketin her bir yanında mühendis, mimar, şehir plancılarının ve belki de birlikte mesai yaptığımız arkadaşlarımızın birbirinden haberdar olduğu, örgütlenmeye başladığı bir ilk adımdan bahsediyorum.

Herhangi bir planın olmadan sabretmek sadece memnun olmadığın tüm şeyleri olduğu gibi devam ettiriyor. İçinde bulunduğun halden memnun olanlara bu yetebilir. Senin, benim gibi mühendislerin, mimarların, plancıların en büyük düşmanı sabretmek. Artık sabretmeyelim, bir araya gelelim. Korkuların var, biliyorum, hepimizin var. Neler olacağını kestiremediğimiz bir gelecek, sorumluluklarımız, borçlarımız ve henüz başlarında olup mutlu geçirmek istediğimiz hayatlarımız var. Korkularımızı yenmenin tek bir yolu var, o da güçlü olmak. Güçlü olabilmemiz içinse bir araya gelmek şart.

İşyerlerinde molalarda zaman zaman gündeme gelen bir konudur:
İşçilerin sendikaları var, bazı sendikalar zaman zaman yamuk yapsalar da hiç olmazsa toplu sözleşmeler için pazarlık yapıyorlar, bir şekilde işçilerin haklarını koruyorlar, iş hukuku davalarına müdahil oluyorlar. Bizim niye yok?
Bu sorunun cevabını geriye dönük olarak aramak belki molaların geyik muhabbetlerinin ya da sosyoloji, çalışma ekonomisi gibi alanların akademik konuları olabilirler. İgilenmemiz gereken bugünden sonra ne yapacağımız.

Bugüne kadar durmamızın, sabretmemizin mevcut durumumuzu korumaktan başka bir faydası oldu mu? Alamadığımız fazla mesai ücretini alabildik mi? Haftalık çalışma saatini bırak azaltabilmeyi, yasal limit olan 45 saate bile çekebildik mi? Mobbinge uğradığımız zaman dişimizi sıkıp mesai sonunu beklemek yerine üstüne gidebildik mi? Cumartesi çalışmak istemediğimizi işverenimize söyleyebildik mi?
Peki ya 2015 bahar aylarında metal sektöründeki “beyaz yakalı olmayan” işçiler hep beraber iş bırakmasa istediklerini alabilecekler miydi? 2017 başında, işten atılmamızın önündeki vasat bir engel olan hakkımız, kıdem tazminatı, DİSK’in erken müdahalesi olmasaydı kuş olup uçmayacak mıydı?

Sendikalar ya da meslek odalarımız bugün bir şekilde bizim hak örgütlerimiz olarak görünmüyor. Bunun bizden ya da bu kurumlardan kaynaklı çeşitli nedenleri olabilir, bu tartışmada bunları önemsemiyorum.
Bir “beyaz yakalı olmayan işçi” örgütü olarak DİSK’in kıdem tazminatı konusundaki müdahalesi “beyaz yakalı işçi” olan bizlerin de kıdem tazminatı hakkının yitip gitmesine engel oldu. Fakat 2015’te metal sektöründeki grevler esnasında iş bırakan hat çalışanları yerine, mühendisler hata inip iş bırakan işçilerin yerine çalıştı. Önemsememiz gereken konu bu: haklı talepleri olan bir direnişin kırıcısı konumunda olmayı tercih etmek ya da buna mecbur kalmak mühendis kimliğiyle, çalışma yaşamımıza ilişkin isteklerimizle hiç bağdaşmıyor.

Tüm tartışmamız işverenin baskısına bizlerin de direnebileceğini göstermek. Bunun için çeşitli yolları, mesela bir ağı yaratmaya çalışırken her bir meslektaşın vereceği en ufak katkılar bile önemli olacak.
Çok acil cesaret ve desteklerinizi rica ederim.

Saygılarımla/Best Regards

K. Efe Ersöz / İmalat Mühendisi


Spread the love