Ludlow, Soma, Şirvan: Şu bizim meselemiz – Ragıp Varol
Spread the love

Günümüzdeki anlamıyla üretim, belki de Magna Cartha’dan beri, bir tarihe – dolayısıyla diyalektiğe – tabiidir ve geçirdiği dönüşümler, toplumsal evrimle doğrudan ilişkilidir; aslında onun asli itici gücüdür[1]. Başka bir ifadeyle, hiçbir toplumsal doktrin, ondan bağımsız düşünülemez. Bu bakımdan, ne şekilde idare edildiğimiz, hangi koşullarda ürettiğimizle ve yaşadığımızla doğrudan ilişkilidir. Burada üç temel faktörden söz edebiliriz: yazılı olmayan gelenek ve teamüller, yazılı anlaşma ve yasalar, dönemsel idari tercihler. Bir üretim faaliyeti olarak madencilik -aslında çalışma yaşamının bütün kollarında geçerli olan- bu üç temel faktör altında incelendiğinde, onun günümüzde içinde bulunduğu koşullar anlaşılabilecek.

1

Ludlow kömür ocaklarında çalışan ve ulusal muhafızlar tarafından katledilen çocuk işçiler.

İlk olarak, köklü bir tarihe sahip olan bu meslek, tam da böyle olmasından ötürü, insanın geçirdiği toplumsal evrelerin tamamında aktif olarak etkilendi ve etkiledi. Bununla beraber, maden üretim ihtiyacı tarih boyunca sürekli artış gösterdi. Bu ikisinden hareketle, köklü bir mesleki geleneğe sahip olduğu ve tarihin her döneminde yalnızca bir meslek grubu değil aynı zamanda toplumsal bir olgu olarak da var olduğu söylenebilir. Hatta çoğu zaman madenciler emeğin en ağır kolu olarak insan hakları ve çalışma yaşamını ilgilendiren konularda yürütülen mücadelelerde belirleyici bir rol üstlendi. Aslında madenciler bugün sahip olduğu hakların tamamını grevle, direnişle, yani mücadele ederek kazandı[2].

İkincisi, ağır ve tehlikeli işler kapsamına girdiğinden, teknik gereksinimlerinin karşılanması, çalışma ortamı koşulları ve biçiminin – tarihsel olarak belirlenmiş standartlarla – bilimsel ölçülere göre belirlenmesi, çevresel ve mesleki bir etik kodunun oluşturulması, belirgin bir üretim hedefi ve amacı – bayat tabirle misyon – tariflenmesi, denetleyici bir mekanizma kurulması, etkin bir işçi sağlığı ve iş güvenliği sistemi oluşturulması, bağlı iş kollarıyla ilişkisinin düzenlenmesi ve kaza önleme ile kaza sonrası kurtarma (tahlisiye) işleyişinin örgütlenmesi. Bütün bunlar, ülke ölçeğine yayılabilir yetkinlikte bir yapısallık üzerinden tanımlanması adına, yazılı, organize, koordinasyona uyumlu bir ana ilkeler bütününe, yani yasaya ve onu toplum yararına uygulayacak sağlıklı bir organizmaya – kamu kurumlarına – ihtiyaç duyar.

Esasen tam da bu ikincisinin eksikliği, birincisinin kavranamayışıyla da bağlantılı olarak, bizi üçüncü faktörün rolüne götürür. Bugün sahip olduğumuz dönemsel (umalım ki öyle olsun) gerçeklik, OHAL, darbe, iç savaş, terör, sistem değişikliği gibi ifadeler üzerinden tanımlanıyor. Günden güne kamplaştırılan ve birbirine düşman edilen, güvensizliğin bir düstur haline getirildiği, insan hak ve özgürlükleri diye cümleye başlayanın dahi gözaltına alındığı bir süreçten geçiliyor. İktidar partisinin seçmeni dışındakiler ötekileştiriliyor. İktidarın yanında olmayanlara subjektif bir hukuk sistemi dayatılıyor, haber alma özgürlüğü kısıtlanıyor, sansür ve oto sansür tavan yapıyor. Her gün ekonominin güçlü olduğu ve dünyadaki krizlerden etkilenmediği gururla söyleniyor ve daha cümle bitmeden emekçinin omzuna yüzlerce vergi ve zam yükleniyor. Bu ahvalde bir toplumdan, böyle bir ülkeden bahsediyorsak, madencilerin, madencilik faaliyetinin bütün bunlardan etkilenmeyeceğini, özerk ve mahur bir şekilde işleri yoluna koyacağını beklemek, en basitinden, saflık olur.

Bugün madencilik iş kolu diye ele aldığımız şey, tam da Türkiye gibi, temel taşları maniple edilmiş, emperyalist doktrinlere tabi kılınmış, işi gücü yavan bir prestij peşinde koşmak olan, ilkeden yoksun, özünü kaybetmiş bir haldedir. Deyim yerindeyse, ki yerindedir, ucunda ışık olup olmadığı belirsiz, karanlık bir tünele doğru topallayarak yürüyen ‘hasta adam’dır (ve evet, cinsiyetçidir, bunu aşamadı). Dolayısıyla, aslında hiç de meselenin detayına inmeden, ülkenin gidişatını göz önüne alarak Soma’dan Şirvan’a doğru bir çizgi çekecek olursak, onun üzerine atacağımız her çentiğe ‘burada daha da kötüye gitti’ notu düşmek zorundayız. ‘Burada üç madenci daha öldürüldü… Burada sekiz… Burada yirmi dört…” Ölümden bahsetmenin günden güne kolaylaştığı bir yerde, madenci ölümlerinden bahsetmek zorlaşabilir mi?

Buradaki fazlasıyla ağır, kasvetli, umutsuz hayır yanıtı, yalnızca son dönemde yaşananların, yani patlayan bombaların, caddelere çıkan tankların, ardından gelen olağanüstü halin ve onun getirdiği ‘meşru ve mubah’ hukuksuzlukların, korku atmosferinin üzerimizde yarattığı psikolojiden ibaret değildir. Bu perdenin arkasında eylenen işler, halihazırda Soma’yı üretmiş vahim şartları daha da derinleştirerek Şirvan’ı yaratmıştır. Soma’da karşımıza yakıcı bir şekilde çıkan taşeronlaşma, esnek çalışma ve güvencesizlik, Şirvan’da (Soma’dan farklı olarak) kendini tekrar eden bir olgu şeklinde belirginleşmiştir. Öyle ki, söz konusu bakır madenini işletmekte olan şirket, 2011’de Afşin Çöllolar’da açık ocak kömür işletmesinde yine şev kayması nedeniyle ikisi mühendis on iki madenciyi göçük altında bırakmıştı. Dolayısıyla, ortadaki durum, tıpkı olağanüstü hali normalleştirme çabaları gibi, aşağıda (bir kez daha) sayacağımız nedenlerle madenlerde işçi ölümlerinin de normalleştirilmeye çalışılmasından ibarettir. Kuşkusuz, meselenin en korkunç yanı budur.

Yıllardır her fırsatta sıralayıp durduğumuz talepler, kulağın süreklileşmiş bir sese duyarsızlaşması gibi, birbiri ardına ölen madencilerin son nefeslerinde parlayıp sönüyor. Sistematikleşmiş bir sorun ve açığa çıkardığı bütün can yakıcı sonuçlar, nasılsa bu hali değiştirmek uzun vadeli bir iş diye, süreç bulandırılarak hasıraltı ediliyor. Güya bütün imkanlarıyla ‘seferber’ olmuş ilgili kurumlar canla başla, gece gündüz bu meseleye yoğunlaşmış görünüyor ve günün birinde çıkıp ‘tamam, kökten çözdük’ diyecekler. Gerçekler ise bambaşka. Öncelikle maden saha ruhsat onayları başbakanlık genelgesine bağlandı. Genel müdürlükten sahaya kadar her kademeye mesleki sorumluluktan uzak kişiler atandı. Mevcut denetim sistemi[3], içinde barındırdığı sorunlar (denetleyici mühendislerin maaşını işverenden alması gibi) çözüleceği yerde, daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuldu[4]. Taşeron yasası kaldırılacağı yerde, üstüne bir de kiralık işçi yasası çıkarıldı. Maden Kanunu güncel teknolojik gelişmeler doğrultusunda yeniden düzenleneceği yerde, meslek odalarının, bilim insanlarının, akademinin görüşü alınmadan, meseleye yalnızca işveren perspektifinden bakılarak, mevcut problemli yasa iğdiş edildi. Bütün bunlar sonucunda, ülkemizde madencilik eni sonu belirsiz, hangi bilimsel verilere dayanılarak konulduğu net olmayan, kimin görev tanımının ne olduğu dahi tam olarak anlaşılamayan genelgelere, kararnamelere ve yönetmelik metinlerine dayandırılıyor (omuriliği zedelenmiş, beyni ölü).

Şirvan’da yaşanan kazanın nedeninin medyada söylendiği gibi yoğun yağış sonrası gerçekleşen bir heyelan değil, daha fazla kazı yapabilmek için emniyet sınır değerinden çok daha dik çalışılmış açık ocak şevlerinin kaymasıdır. Ancak bu gerçeğe inanacak insan sayısının, televizyonda gördüklerine inanacaklardan çok daha az olması ve eğer bu konu üzerine yürütülen çekişme derinleşirse, yaşanan şeyin bir iş cinayeti olduğunu dile getirenlerin linç edilme ihtimali, bütün bu olasılıklar, korkutucu bir tablonun oluştuğunu açıkça gösteriyor.

Şimdi ister perde arkasına, ister perdenin önüne koyduklarına, ister izleyicilerin yüzündeki hoşnut ifadeye bakın; her şeyin sonunda alkışladıkları şey günden güne artan madenci ölümlerinden başkası olmayacak. Ancak tarihin bize gösterdiği şey, bir gün salon ışıklarının aniden sönebileceğidir, ürettiği katma değerin her bir zerresini öz güç olarak var etmiş binlerce madencinin, santrale yolladıkları kömürü durdurabileceğidir. Çünkü bu karanlıktan tek çıkış yolunun mücadele olduğu, emekçilerin şanlı direniş örnekleriyle sabittir. Sureti Ludlow kadar uzak değil, Zonguldak ve Yeni Çeltek kadar yakındır.

Ragıp Varol
Maden Mühendisi

1) https://tr.wikipedia.org/wiki/Ludlow_Katliamı
2) https://gaiadergi.com/kara-yumruklar-cehennem-ve-duvarlardaki-kanli-tarih/

[1] Evrenin bir ‘yasaya’ göre hareket ettiği, örneğin dünyanın yuvarlak ve kendi ekseni etrafında dönmekte olduğu, kütlesi olan her nesneyi kendine doğru çektiği gibi temel bilimsel keşiflerin yapıldığı ortamın, dinsel monarşiden anayasal monarşiye geçmiş bir toplum olması, bunu güçlü bir şekilde doğrulamaktadır.

[2] Ünlü patron Rockefeller, 1914’te Colorado kömür ocaklarında çalışan bin iki yüzü aşkın madencinin çalışma koşullarının düzeltilmesi amacıyla başlattıkları direnişi bastırmak için Amerikan ordusunu çağırmış, yüzlercesini öldürtmüştür. Bu olaydan sonra ülke çapında madenciler ayaklanmış, yoğun çatışmalar yaşanmış, sürecin sonunda madenci başına vardiyada çıkarılacak kömür miktarı düşürülmüş, vardiyalar sekiz saate indirilmiş, buna benzer birçok talep kabul edilmiştir. Sistemin ödemek zorunda kaldığı bu ‘bedel’, daha sonra ‘halkla ilişkiler’ kavramının doğmasına, baskı yöntemlerinin militarist değil demagojik bir işleyişe evrilmesine (ve oldukça başarılı olmasına), hatta küreselleşme heyulasında önemli bir unsur olarak yerini almasına yol verecektir. Ne var ki, bunun işe yaramadığı koşullarda, 1965 yılında Zonguldak’ta olduğu gibi, yine şiddete başvurmaktan çekinilmiyor. Buna karşın, sonuç yine direnişçi madenciler lehine olacak, hatta bu direnişler benzer örneklerle birlikte Türkiye’de 1960’lı yıllardan 24 Ocak kararlarına kadarki sendikal mücadeleye de ışık tutacaktır. Bugün madencilerin sahip olduğu bütün hakların – artık birbiri ardına gasp ediliyor olmalarına karşın – bu süreçlerle kazanıldığı, hiçbirinin ‘bahşedilmediği’ unutulmamalıdır.

[3] Madenlerde denetleme, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı İş Müfettişliği birimleri (düzenli aralıklarla teftiş) ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı Maden İşleri Genel Müdürlüğü (proje aşamasından itibaren iş planı, kapasitesi, teknik ayrıntılar ve emniyet tedbirleri) tarafından yürütülür. Ayrıca, ocaklarda çalışan maden mühendisleri, denetim açısından üç ayrı görev tanımına sahiptir. Bunlar teknik nezaretçi, daimi nezaretçi ve teknik eleman unvanlarıdır. Teknik eleman, denetimci sorumluluğu olmayan, bir denetleyicinin amirliği altında çalışan ve işin belirli bir kısmından sorumlu olan yardımcı mühendistir. Daimi nezaretçi, ocak faaliyetlerinin tamamını vardiyada aktif olarak yürüten, vardiya sırasında alınacak emniyet tedbirlerinden de sorumlu olan, teknik nezaretçinin defterine yazdığı bütün işleri yaptırmakla yükümlü mühendistir. Teknik nezaretçi ise, belirli aralıklarla ocağı ziyaret eden, asli görevi denetleme olan, mevcut eksiklikleri ve alınacak önlemleri yerinde gözlemleyerek işverene yaptırmakla yükümlü mühendistir. Teknik ve daimi nezaretçiler, işveren belirttikleri tedbirleri almadığı takdirde, gerektiğinde kolluk gücü çağırarak ocağı kapatma yetkisine sahip olan, aslen ocakta kamuyu temsil eden mühendislerdir.

[4] Teknik nezaretçi, daimi nezaretçi ve teknik eleman tanımları kaldırıldı, bu üçünün sahip olduğu yetkilerin tamamı yalnızca daimi nezaretçiye verildi (Üç kişinin yapacağı iş, bir kişiye yüklenmiş oldu ve patron kar etti). Ardından, denetim işi için Yetkilendirilmiş Tüzel Kişilik (YTK) yönetmeliği çıkarıldı. Buna göre kurulacak olan özel şirketler, bünyesine daimi nezaretçilik yapabilecek maden mühendisleri alacak, bir ajans gibi, talep edilen şantiyelere gönderip denetleyecektir (denetim devletin asli işiyken, büyük oranda özel sektöre bırakılmış oluyor, piyasalaştırılıyor. Yani bir tür ‘denetim sektörü’ yaratılıyor).


Spread the love