Kentsel Çevre Yönetimi ve Sorunlar – Dr. Ethem Torunoğlu
Spread the love

Giriş

Doğal ve insan yapısı çevreyi kirleten, bozan etmenlere, kuşku yok ki, yalnız kentlerde rastlanmıyor. Kırsal çevre ve tarım alanları da  kentler kadar, bu tür tehlikelere maruz kalabiliyor. Ama kentleşmenin hızı, kentlerin göreceli ağırlığı, kentsel-kırsal nüfus bozulması ve son olarak kentlinin; sesini duyurmada kırsal topluluklara oranla sahip olduğu üstünlük gibi nedenlerle, çevre sorunlarının genelde kent ortamında çeşitlendiği belirlemesini yapmak yanlış olmasa gerekir.

Kentler toplumların birer minyatürü, onların hastalıklarını, güzelliklerini, bütün özelliklerini olduğu gibi yansıtan aynası gibidirler. İmgeleri, gerçekte olduklarından daha iri gösteren dev aynaları gibi, çevre sorunları da, kentlerde, giderek artan boyutlarda gözümüze çarpıyor. Burada, belki, çoğumuzun kentlerde yaşıyor olmamızın da payı var.

Sanayileşme ve kapital birikim sürecinin örgütlenmesinin doğal sonucu olarak, kâr ve spekülasyon politikaları sonucunda, çevre değerlerinin yozlaştığı bir küreleşme çağında yaşamaktayız. Gerekli önlemlerin alınmaması durumunda, bu yozlaşma daha da önemli boyutlar kazanacak ve derinleşecek gibi görünüyor.

Bugün, gelişmekte olan ülkelerde en az 600 milyon kentlinin, “yaşamı ve sağlığını tehdit eden koşullarda yaşadığı” öngörülmektedir. Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Merkezi Eski Genel Sekreteri Dr. Wally N’Dow, geçtiğimiz yıllarda yaptığı bir değerlendirmede, “Dünya yoksulların büyük çoğunluğunu barındıran gelişmekte olan ülkelerde, kent yoksulları… sağlıklı içme suyundan, temel sağlık koşullarından yoksun bulunan ilkel konutlarda barınmak zorundadır.” tespitini yapmaktadır. Dr. N’Dow’a göre, bu kesimler, çeşitli salgın ve bulaşıcı hastalıkların hızla yayıldığı, kalabalık ve yüksek yoğunluklu yerleşmelerin bulunduğu kentsel alanlarda yaşamaktadırlar. Peki, bu kurumlar ve yetkili kişiler, bilim çevreleri tesbitler dışında bir şeyler yapmakta mıdır?

Yoksa konu ve bu alandaki sorunlar, Dünya Bankası’nın politika ve projelerine mi teslim edilmiştir? Kuzuyu, kurda teslim etmek gibi…

1. Kentleşme ve Toplumsal Dönüşüm

Kentleşme politikalarının gereği gibi değerlendirilebilmesi, kentleşmenin temel özelliklerinin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. Alınması gereken önlemlerin saptanmasında, sorunların gerçek niteliklerinin tanımlanması ilk adım olarak görülebilir. Bu bağlamda, şu şekilde bir sorunlar sıralaması yapılabilir:

Bunların birincisi, kentleşmenin hızıdır. Kentleşme hızının, 1960 – 2000 yılları arasında izlediği seyir, sırasıyla, 1965: %5.7, 1970: %6.2, 1975: %5.9, 1980: %4.5, 1985: 6.26, 1990: 4.31, 1995: 2.65 ve 2000: 2.00 olarak gerçekleştiğini biliyoruz. Son nüfus sayımından sonra, belirtilen orana bakılarak, kentlere akımın yavaşladığı yolunda görüşlere rastlanmıştır. Göreceli rakamlara dayanan bu görüşlerin büyük bir gerçeklik payı taşıdığı savunulamaz. Kentli nüfus, 1960’da 7.3 milyondan 1980’de 22 milyona, 1985’de 27 milyona, 1990’da 33 milyona ve 2000 yılında 45 milyona yükselmiş, en büyük kentlere her yıl 150-200 bin kişi eklenmişse, kentleşmede bir yavaşlama olduğunu ileri sürmek güçtür.

İlk bakışta bir demografik olay gibi görünen kentleşmenin toplum yapısındaki ve ekonomideki değişimlerle çok yakından ilgili olduğu bilinmektedir. On binden fazla nüfuslu yerleşim birimleri olarak alındığında, Türkiye’de kentli nüfusun, 1950’de %18.7’den, 1960’da %25.9’a, 2000’lerde ise %48’lere yükseldiği görülmektedir. Kent nüfusundaki bu hızlı artışın kaynağı, doğal artışlardan çok, kırsal alanlardan kentlere olan nüfus akınlarıdır.

Nüfusun bu hareketliliği, doğum yerleri dışında yaşayan nüfus oranlarından da anlaşılmaktadır. 2000’li yıllarda doğum yerleri dışında yaşayan nüfus oranının, dörtte biri geçtiği tahmin edilmektedir. Genellikle köyden kente doğru olan bu akımlar, kırsal alanların “itici”, kentlerin, kısmen gerçek, kısmen da yapay olmakla birlikte, “çekici” bazı özellikleri nedeniyle gerçekleşmektedir. Taşınım ve iletişim araç ve olanaklarındaki gelişmenin de, bu devingenliğin artışı üzerinde büyük rolü vardır.

İkincisi, kentleşmenin en büyük kentlere ve batıdaki bölgelere yönelmiş olmasıdır. Kentli nüfusun kentler arasındaki dağılımından en büyük payı, 100 bin ve daha fazla nüfuslu kentler almaktadır.

Kentleşmenin bununla ilgili bir başka özelliği de, özellikle İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerde anakentleşme (metropolitenleşme) eğilimlerinin başlamış olması ve bu sürecin planlama kavramı olmaksızın gerçekleşmesidir. Yeryüzünün bütün büyük merkezlerinde olduğu gibi, bu kentlerimizde de, kentin büyümesi, merkezden çok çevrede yer almaktadır.

Kentleşme düzeyleri bakımından coğrafi bölgeler arasında da önemli ayırımlar olduğunu görüyoruz. Karadeniz Bölgesi’nde %26 olan kentleşme düzeyi, Marmara Bölgesi’nde %70’dir. Kentleşmeye ve modernleşmeye ilişkin bütün göstergeler, aynı ayırımları yansıtmaktadır. Türkiye’deki büyük sanayi kuruluşlarının hemen hemen yarısı İstanbul’da, yalnız %5’i Doğu Anadolu’da bulunmaktadır.

Türkiye’deki kentleşmenin üçüncü özelliği, büyük kentlerde, yaşam ve kültür düzeyleri ve dünya görüşleri birbirine karşıt bireylerden oluşan heterojen ve bütünleşmemiş bir toplumsal yapı oluşturmasıdır. Bu nitelik, kentleşmenin sanayileşmeden daha hızlı olması karşısında, kentlere göçün kentte yaratılan iş olanaklarıyla koşut gitmemesinden, kısacası, kırsal yoksulluğun kentsel bir yoksulluğa dönüşmesinden doğmaktadır. Bu iki ayrı dünyanın insanları arasında sağlıklı bir iletişim ortamının var olduğunu söylemek de güçtür.

İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya gibi kentlerde, gecekonduların, kent çevresini bir yoksulluk kuşağı gibi sarması, bu dengesizliğin bir belirtisidir. Kentleşmeye yakıştırılan “çarpık”, “sağlıksız” ve “aşırı””gibi nitelikler, onun bir parça da bu özelliğinden dolayıdır.

Kentsel nüfusunun, dörtte biri gecekondularda yaşayan kentlere sahip bir ülkede sağlıklı kentleşmeden söz edilemeyeceği açıktır. Bundan 20 yıl önce, 240 bin gecekonduda, kentli nüfusunun %17’sini oluşturan 1.2 milyon insan yaşarken, bugün bir milyondan fazla gecekonduda, kentli nüfusunun %25’ne varan yaklaşık 10 milyon kişi yaşamaktadır.

Kentsel siyaset alanında araştırma yapan birçok uzman için 1980 yılı önemli bir dönemeçtir. Bu noktada, Türkiye’nin yaşadığı kentleşme deneyiminin birbirinden ayrılan değişik ekonomik, toplumsal, politik ve kültürel iklimlerde gerçekleştirdiği söylenebilir. Bu iklimler ya da ayrılan dönemler arasında, yakın dönem Türkiye tarihi açısından da bir “dönüm” noktası olan 1980 Askeri Darbesi ve bu darbe sürecinin öncesi ve sonrasında meydana gelen yapısal, ekonomik ve siyasal alt üst oluş ayrı bir öneme sahiptir.

Bu tarihsel eşik ve kırılma ile birlikte, kentler ve çevresindeki hemen her tür alan vahşi bir yapılaşmaya açılmış, kentlerin yerine konması mümkün olmayan tarihsel değerinin yitip gitmesine göz yumulmuştur. Sonuçta ortaya çıkan, kalitesiz sıfatını her ölçüte göre sonuna dek hak edecek bir kentsel çevredir. 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 tarihlerinde yaşanan depremler, Türkiye’nin 50 yılı aşkın kentleşme deneyimi ile oluşturduğu kentsel çevrenin ne denli kalitesiz ve felaketlere gebe olduğunu gözler önüne sermiştir. Ama görünen odur ki, hızlı kentleşme evresini artık geride bırakmakta olan Türkiye, geçmiş dönemlerde bulduğu çözümlerin! yaratacağı yeni sorunlarla bir süre daha uğraşmak ve ne yazık ki, yeni bedeller ödemek zorunda kalacaktır.

Türkiye’de 80’li yıllardan günümüze değin farklı şekillenmeler, değişimler yaşandı, yaşanıyor. Sosyo-ekonomik ve siyasi açıdan yürütülen tüm uygulamalar toplumsal sürecin neresinde olursa olsun bütün kesimleri derinden etkiliyor. Bu etkilenmeler kimi zaman korkunç sarsıntıları, kimi zaman bireysel ve kitlesel çıkışları, kitlesel suskunlukları ve tepkisel anlık olayları da beraberinde getiriyor. Toplum üzerinde düzenli olmayan ve süreklilik arz etmeyen bu politik süreçler dizisi de oluşan tüm bu sarsıntılara yanıt verecek düzeyde kendini ifade edememektedir.

Dolayısıyla sarsıntılara kaynak teşkil eden ekonomik – siyasal ve sosyal süreçler bir dağılma ve parçalanma gerçekliğini ortaya koyarken, bir yandan da yeniden yapılanmanın da zemininin hazırlanmasına olanak sağlayacak araçları gündeme sokuyor. Tüm bu sosyo – ekonomik ve siyasal değişimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan kentleşme sorunları nasıl bir gelişim izliyor? Kentleşme politikaları bu yeniden yapılanma sürecinin neresinde yer alıyor? Kentsel süreç içerisinde gecekondunun evrimi nasıl sürüyor? 80 öncesi gecekondulu yaklaşımı nasıl farklılaştı? İnsan yerleşimleri kentsel politikaların konusu olabildi mi? “Kentsel bütünleşme” yerini kentsel parçalanmaya mı götürüyor? Kentin gelişim sürecinde yerel yönetimler nasıl bir seyir izliyor? Soruları çoğaltmak mümkün, yine de yanıt aranacak zeminlerin yaratılması, çözümlere ulaşılması noktasında ciddi adımların atılması gerekiyor.

2. Bugünkü Durum / Sorunlar

Politika ve Stratejiler

Ülkemizde günümüze gelinceye dek, çevre, kentleşme ve insan yerleşimleri alanında uygulama süreçlerine ilişkin temel strateji ve politikalar yetersiz kalmıştır ve var olan politikalar da yanlışlıklar içermektedir.

Yasal / Hukuksal Çerçeve

Bu konularda ülkede hukuksal çerçeveyi oluşturan yasalar ve diğer düzenlemeler uygulamayı yeterince yönlendirmediği gibi kendi içinde de çelişkiler barındırmaktadır.

Yönetim / Örgüt Yapıları

Bu tüzel sistemin ilgili kurumlara verdiği görevlerde önemli yetki ve sorumluluk karmaşası ortaya çıkmıştır.

Bu konulara farklı düzeylerde hizmet üretmekle yükümlü olan ilgili yönetim birimleri, kurum ve kuruluşların kendi iç yapılarında da yetersizlikler bulunmaktadır.

Özellikle, yerel yönetimlerin çağımızın gereği, özerk ve demokratik nitelikleri yeterince belirginleşmemiştir.

Kaynaklar

Çevre, kentleşme ve konut alanlarına ülke çapında topyekun bir kaynak yetersizliği olmasının yanısıra;

Varolan kaynaklar yanlış yönlendirilmiştir;

Yatırımlar arası eşgüdüm kurulmamıştır;

Sektörel yatırım politikaları arasında tutarsızlıklar sürdürülmüştür.

Çevre Sorunları

Sağlıksız yerleşmeler, kentsel altyapı yetersizlikleri ve doğal çevrenin tahribatından kaynaklı sorunlar oluşmuştur.

Kentsel Rantlar

Kentsel rantın oluşumu, bölüşümü ve kamu yararı konularına bugüne değin uygulana politikalar nedeniyle kentler bir paylaşım alanı olmuştur. Bu durum ise, aslında kapitalist kent modelinin doğal bir sonucudur.

Planlama / Uygulama Süreci

Ülkede, günümüzde, planlamanın bilimsellikten, bütünsellikten, süreklilikten yoksunluk ve uygulamada soyutlanmışlık gibi sorunları vardır.

Üst plan kademeleri eksiktir.

Bütüncül olma yerine parçacı yaklaşımlar yeğlenmektedir. Tüm bunların yanında, planlama demokratik olmak zorundadır.

3. Kentleşme ve Çevre

Türkiye’nin hızlı kentleşen bir ülke olduğu bilinmektedir. Ancak, kentleşme sürecinin sağlıksız ve çarpık nitelikleri bugün kentlerin karşı karşıya olduğu sorunlarında göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. 1960’dan 2000’lere geçen süre içinde, kentli nüfus 7 milyondan 45-50 milyona yükselmiştir. Böyle büyük bir artış, kentlerde yaşayanların kentlileşmesini değil, daha çok “kırın kente taşınması” sorununu beraberinde getirmiştir. Bu arada, sanayileşme ve kalkınma, kentleşmenin önünde değil, arkasında kalmıştır. Bu durum ise, birçok kentsel ve çevresel sorunun da kökeni olmuştur.

Ülkemizde kent yönetiminde ve yerel yönetimler alanında, özellikle 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ve takip eden yıllarda yapılan yasal düzenlemelerle birlikte yeni ve karmaşık bir süreç başlamıştır. Bu noktada, yerel ölçekteki kamu hizmetleri yürütülürken kamu yararı ihmal edilmiş, yıllar içinde, kentlerin imar, planlama, altyapı, ulaşım, çöp, su ve atık su gibi konulardaki sorunları çeşitlenmiş ve derinleşmiştir.     

Türkiye’de kentsel alt yapı hizmetleri, uzun yıllar boyunca ağırlıklı olarak merkezi bir kuruluş olan İller Bankası kanalı ile gerçekleştirilmiştir.

1980’li yıllarla birlikte, yeni liberal politikaların bir yansıması olarak, kentsel altyapı hizmetleri; su, kanalizasyon ve katı atık proje, tasarım ve uygulama süreçleri yabancı firmalar, merkezi denetimden uzak olan belediye şirketleri ya da özel kuruluşlar marifeti ile ele alınmaya başlamıştır.

“Yerelleşme” ideolojisi ya da uygulaması olarak ortaya koyulan bu sürecin sonunda, Belediye Yasası ve Büyükşehir Belediyeleri Yasası değiştirilmiş, yeni yasal düzenlemeler ile birlikte, tamamen Dünya Bankası’nın plan ve programına uygun bir “yerel yönetim anlayışı” yaratılmıştır.

Bu noktada, kentsel altyapı hizmetleri ve ağırlıklı olarak çevre mühendisliği hizmetleri, kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak, ticaretin konusu haline getirilmiştir.

Böylece, Dünya Bankası’nın hakim “yerelleşme” politikaları, kentsel altyapı hizmetlerinde özelleştirmeyi ve beraberinde uluslararası sermayenin, su konusu öncelikli olmak üzere, bu alana girmesini sağlamıştır.

Su, kanalizasyon ve katı atık hizmetleri olarak öne çıkan kentsel altyapı hizmetlerinin, bir noktada özelleştirmeye ve ticarete konu olması bugün karşı karşıya olduğumuz sorunun temeli olmakla birlikte, belediyelerin bu konudaki bilgisizliği ve yetersizliği de ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.  

Belediyeler, üstlenmekle yükümlü oldukları hizmetleri taşeronlar eliyle “yapmayı” tercih etmekte ya da zaman zaman ehil olmayan kişi ve kadrolara bu konular “teslim” edilmektedir.

Örneğin,Türkiye genelinde belediyelerin pek çoğunda çevre mühendisi bulunmamaktadır. Bu durumda, kanalizasyon şebeke çalışmaları, su yönetimi ile ilgili proje ve çalışmalar, atık su şebeke ve arıtım işleri, çöp yönetimi ile ilgili proje ve uygulamalar bilgisiz ve cahil insanların elinde kalmaktadır.

                                                      

Kentsel ortamda çevre sorunlarını, genel olarak; sağlıklı içme suyu temini, kanalizasyon ve arıtma, katı ve zararlı atıklar (çöp), yeşil alan yoksunluğu, hava kirliliği ve gürültü kirliliği gibi ana başlıklar altında toplamak mümkündür.

Özellikle büyük kentlerimde, emekçi sınıfların yaşadığı semtlerde, (varoşlar) içme suyu şebekesinin yetersiz olması sonucu, bu bölgede yaşayan insanlara sağlıklı su verilememektedir. Yine bir çok bölgede var olan içme suyu şebekelerinin eski ve yıpranmış olmasından kaynaklı, şebekeye dış ortamdan sızıntılar olabilmektedir. Yeterli ve sağlıklı içme suyunun sağlanamaması, özellikle çocuklarda bulaşıcı hastalıkların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Bu arada, kentlerde içme suyunun ticari bir mal olarak algılanarak özelleştirilmesi, beraberinde bir dizi sorunu da getirmektedir. Özelleştirilen içme ve kullanma suyu hizmetleriyle birlikte birim fiyatlar yükselmekte ve gelir düzeyi düşük olan kentliler şebeke suyunu, ihtiyaçları oranında kullanamamaktadır. Sonuçta oluşacak salgınlar, sadece düşük gelir düzeyi bulunan insanları etkilemeyecek, tüm kenti etkileyecektir. En fazla etkilenen grubun ise çocuklar olması muhtemeldir. Bu nedenle kentsel yaşamın temel elemanlarından olan içme ve kullanma suyu hizmetleri, kamusal hizmet olarak korunmalı ve özelleştirilmemelidir.

Plansız ve çarpık bir şekilde hızla gelişen kent varoşlarında kanalizasyon sisteminin yeterli düzeyde kurulamaması, önemli sağlık sorunlarını ve salgın hastalık riskini ortaya çıkarmaktadır. Özellikle çocukların oyun oynadığı bölgelerde açıktan akan kanalizasyon suları büyük risk taşımaktadır.

Katı ve tehlikeli atıklar, önemli bir sorun alanı olarak gündemdeki yerini korumaktadır. Çöplerin düzenli olarak toplanamamasından kaynaklı bekleyen atıklar bölgede yaşayanlar için her zaman tehdit unsuru oluşturmaktadır. Sokaklarda kalan çöpler, düzensiz ve vahşi çöp depolama alanları halk sağlığı açısından istenilen “uygulamalar” değildir. Çöplerin kent ortamından uzaklaştırılması belirli bir “atık yönetimi programı” dahilinde yapılması gerekirken, bu sürecin en önemli unsuru olan  “Düzenli Çöp Depolama Sahaları” ülkemizde yok denecek kadar azdır. Genel olarak vahşi depolama şeklinde olan çöp alanları, kentlerin hızla gelişmesiyle birlikte kentlerle birleşmekte ve büyük tehdit yaratmaktadır. İstanbul Ümraniye Çöplüğü’nde geçmiş yıllarda yaşanan felaket, Ankara’da Mamak Çöplüğü’nün durumu, ne yazık ki , bu alandaki idari ve teknik sorumsuzlukları ortaya koymaktadır. Çocukların bu alanlarda oynadığı ve hatta çöplerin ger kazanılması işlerinde gayrı resmi olarak çalıştırıldığı bilinmektedir. Yapılması gereken, bir an önce bu alanların rehabilite edilmesi, mevzuata uygun bir şekilde Düzenli Çöp Depolama Sahalarının yapılmasıdır.

Hava kirliliği sorunu genel olarak düşük kaliteli yakıt kullanımı ve trafikten kaynaklanmakla birlikte, kentlerde ısınma amaçlı doğalgaz kullanımıyla birlikte azalma eğilimindedir. Ancak doğalgaz fiyatlarının çok yüksek olması, özellikle gelir düzeyi düşük gecekondu bölgelerinde düşük kaliteli kömür kullanımına neden olmaktadır.Siyasi iktidarın, yönetimde olduğu belediyeler kanalı ile yaptığı “kömür yardımları” Türkiye genelinde kentlerimizin havasını kirletmiş, hava kalitesi açısından kent ortamları nefes alınamaz hale gelmiştir.

Hava kirliliğinin kentler içinde bulunan tüm canlı ve cansız varlıklar üzerinde olumsuz etkileri olduğu bilinmektedir. Ancak etkilerin en yoğun olduğu kesim; çocuklar, yaşlılar ve solunum rahatsızlığı bulunanlar olmaktadır. Ülkemizde, bu konuda sağlık merkezlerinde yeterli kayıt bulunmadığı için, yeterli bilgi elde edilememektedir.

Türkiye’de gürültü kirliliği konusunda yeterli araştırma bulunmamaktadır. Kentlerde yaşayan yurttaşlarımıza bu konuda bir eğitim verilmediği için, yurttaşların da fazla bir şikayeti bulunmamaktadır. Gürültü kirliliğinin temel kaynaklarını; trafik ve kent içinde bulunan sanayi tesisleri oluşturmaktadır.

4.Kentsel Çevre Sorunları ve Kentlerimize Dair Bazı Gerçekler

Türkiye’de toplam nüfusun %80’i belediye sınırları içinde yaşamaktadır. Bu noktada, şöyle bir yorum yapılabilir, her beş kişiden dördü belediye hizmetlerinden yararlanmakta ve çevre sağlığı açısından belediyelerin vereceği hizmete bağlı bir yaşam sürmektedir. Ancak, veriler ve gerçekler başka bir durumu ifade etmektedir.

Belediyelerin %68’i kanalizasyon şebekesine sahiptir. Nüfus açısından belediye sınırları içine yaşayanların %83’ü kanalizasyon hizmeti almaktadır.TÜİK Başkanlığı’nın “Belediye Atık Su Temel Gösterge Sonuçları”na göre; 2004 yılında, 3213 belediyeden 2226 belediyede kanalizasyon şebekesi ile hizmet verildiği belirlenmiştir.Halen 987 belediye yani belediyelerin %31’i bu hizmetten yoksundur Son yıllarda kanalizasyon şebekesi ile hizmet verilen belediye sayısında görece artış olduğu görülmekle birlikte, kanalizasyon şebekesi ile hizmet verilen nüfusun toplam belediye nüfusuna oranında benzer seviyede artış görülmemektedir. Kanalizasyon şebekesi ile hizmet verilen nüfusun toplam belediye nüfusuna oranı, 2001 yılında %81 iken, 2004 yılında bu oran ancak % 86’ya ulaşmıştır.

Bu arada, mevcut belediyelerin ancak %15’i atık sularını arıtmakta, alıcı ortamlara deşarj etmektedir.Atık su hizmeti alan nüfus ise %35 civarında kalmaktadır. Bu veri ise, atık suların büyük bir kısmının arıtılmadan, doğaya yani denizlere, göllere, akarsulara ya da toprağa bırakıldığını ortaya koymaktadır.TÜİK Başkanlığı’nın “Belediye Atık Su Temel Gösterge Sonuçları”na göre; atık su arıtma tesisi ile hizmet verilen belediye sayısı 2004 yılı verilerine göre 319 olup, atık su arıtma tesisi ile hizmet verilen nüfusun toplam belediye nüfusuna oranı yine 2004 verilerine göre %45’dir. Ancak, Türkiye geneline bakıldığında, 2004 yılında, atık su arıtma tesisi ile hizmet verilen nüfusun toplam nüfusa oranı %36 olarak belirlenmiştir.Yani toplam nüfusumuzun %64’üne atık su arıtma tesisi hizmeti verilememektedir.

TÜİK Başkanlığı tarafından, belediye teşkilatları kurulmuş olan tüm belediyelerden elde edilen “Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel Gösterge Sonuçları” kapsamında; 2004 verilerine göre 3213 belediyeden 3159 belediyede içme ve kullanma suyu şebekesi ile hizmet verildiği belirlenmiş olup halen 53 belediye bu asgari hizmetten bile yoksundur.

Öte yandan, toplam su üretiminin bir bölümünün, fiziksel olarak, boru hatlarında ve rezervuarlarda meydana gelen sızıntılar ve kaçaklar nedeni ile kayboluyor olması da halen çok önemli bir sorundur.TÜİK Başkanlığı tarafından, 2004 yılında elde edilen “Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel Gösterge Sonuçları”na göre; içme ve kullanma suyu şebekesi için, şebekeye çekilen ile kullanıcılara dağıtılan su miktarı arasındaki fark alınarak hesaplanan şebeke kayıplarının ortalama %55 olduğu belirlenmiştir.

Söz konusu kayıplar fiziksel ve fiziksel olmayan kayıplar olarak ortaya çıkmaktadır.Tesislerin eskiliği ve yetersizliği; belediyelerde içme ve kullanma suyu şebekesi haritalarının olmaması ya da mevcut olanlarının sağlıklı olmaması; belediyeler tarafından iletim hatlarında ve dağıtım şebekelerinde gerekli bakımın ve onarımın zamanında ve yeterli düzeyde yapılmaması; abone bağlantılarının tekniğine uygun olarak gerçekleştirilmemesi; sızıntılardan ve kaçaklardan kaynaklanan fiziksel su kayıplarının başlıca nedenleridir.

Üretilen suyun diğer bölümü ise tüketilen, ancak, ölçülemeyen veya bedeli alınamayan suların varlığından dolayı ortaya çıkmaktadır.Belediyelerdeki abone kayıt sisteminin yeteri derecede sağlıklı olmaması; dağıtım şebekesine giren ve çıkan su miktarının kontrolüne yönelik uygun kontrol sistemlerinin kullanılmaması; arızalı sayaçlar; düşük tüketimlerde sayaçların doğru tüketim miktarını belirleyememesi; kaçak bağlantılar ve ücretsiz su sağlama gibi yasadışı yararlanmalar, fiziksel olmayan su kayıplarının başlıca nedenleridir.

Diğer taraftan Sağlık Bakanlığı’ndan temin edilen su kalitesi verilerine göre 2002 yılında; nüfusun %80’ine su temin edilmiş il merkezlerinde örneklerin % 13’üne kadar olan kısmının standartlara uymadığı, nüfusun %60’ına su temin edilen il merkezlerinde ise örneklerin %5’inin standartlara uymadığı görülmüştür.İl merkezinde yaşayan nüfusun %90’ı için standartlara uymayan numune oranı; mikrobiyolojik parametreler için (toplam kolibasili) %23, kimyasal parametreler için %21 ve fiziksel parametreler için %10 olarak belirlenmiştir.Bu değerler su kalitesine ilişkin sorunların en başta mikrobiyolojik kirlilikten, daha sonra ise kimyasal kirlilikten kaynaklandığını göstermektedir.

Son yıllarda özellikle büyük kentlerimizin yüz yüze kaldığı su yoksunluğu, içme suyu şebekesine sızıntı nedeniyle tifo salgınları, 2008 yılının bahar aylarında Aksaray’dan Konya’ya Türkiye’nin değişik illerinde baş gösteren ishal vakaları, sayıları binleri geçen insanın hastanelere taşınması ve kamu görevlilerinin bu konudaki duyarsızlıkları ve aymazlıkları ülkemizin bu konudaki altyapı eksiklerini ve işletme-yönetme yetersizliklerini ortaya koyan bazı örneklerdir…

TÜİK’in “Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel Gösterge Sonuçları”na göre; içme ve kullanma suyu arıtma tesisi ile hizmet verilen nüfusun toplam belediye nüfusuna oranı, 2004 yılı verilerine göre %42’dir.Halen %58 oranında nüfus içme ve kullanma suyu arıtma tesisi hizmetinden yoksundur.

Bu arada, “Çöp Dağları” kentlerimizi tehdit etmeye devam etmektedir.Çöp yönetiminin, bütüncül bir şekilde ele alınmaması nedeni ile çöplerin toplanması, geri kazanımı ve geri dönüşümü, taşınması ve yok edilmesi süreçlerinde yasal, idari ve teknik anlamda yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğu açıktır.Bu bağlamda, Türkiye’de katı atık sorunu ya da çöp sorunu, en önemli kentsel çevre sorunu olarak önümüzde durmaktadır. Ülkemizde katı atık depolama tesisleri sayısı yalnızca 16’dır.Katı atık bertaraf tesisleri ile hizmet edilen nüfusun toplam nüfusa oranı sadece %23,5’ dir.Her yıl miktarı milyon tonlarla ifade edilen tehlikeli atıkların kontrolsüzce doğaya verildiği ise bilinen bir gerçektir.Bu konuda doğal olarak herhangi bir veriye ya da kayda ulaşmak da mümkün değildir.Ülkemizin değişik coğrafyalarında tesadüfen bulunan gömülü tehlikeli atık varillerine her geçen gün bir yenisi eklenmektedir.  

5. Sonuç: Çevre Sorunlarının Çözümü İçin, “Toplumcu-Ekolojik Bir Kent” …

İçinde yaşadığımız yüzyıldaki hızlı nüfus artışı ve kentleşme, insanın doğa ile olan ilişkisinden oluşan sistemde, yani ekosistemde; pekçok dengesizliğin doğmasına yol açmıştır. Artan kent nüfusunun gereksindiği hammadde ve besin üretim ve dağıtımı, ulaşım araçlarının hızla artması, sanayileşmenin ve teknolojik ilerlemenin doğal çevre üzerinde yarattığı olumsuz etkiler “çevre sorunları” adı altında toplanan, türlü sorunlara güncel önem kazandırmıştır.

Sanayi Devrimi’nin 19. Yüzyıl Avrupa’sında yarattığı ekonomik ve toplumsal koşullar, nasıl o günlerin bireyciliğine bir tepki olarak “toplumsal politika” biliminin doğmasını zorunlu kılmışsa, 20. Yüzyılın kentleşmesi ve teknolojik ilerlemesi de, doğal ve insan elinden çıkmış çevrenin korunmasını, önemli ekonomik ve toplumsal sorunlar arasına sokmuştur.

Özellikle kapitalist ülkelerde, bireyin, kârını en çoğa çıkarmak çabası, ekonomik etkinliklerin, toplumsal mâl oluşunu yükleyecek sorumlu bulmayı güçleştirmekte, bu bedel çoğu kez toplumca yüklenilmektedir. Çünkü, üreticilerin, daha doğrusu sanayicilerin, kârlarını en yüksek düzeyde tutabilmek için sanayi artıklarını yok etmede en ucuz yöntemleri seçmeleri, çevre ve toplum sağlığı yönünden, çevresel sorunlarla uğraşmaktan kaçınmalarına yol açmaktadır.

Sonuç olarak, kapitalizm, bugünkü emperyalizm aşamasında, ekolojik krizin birçok alandaki sorumlusudur. Kentlerde bu süreçte payına düşeni fazlası ile almıştır. Aslında, Castells’inde belirttiği gibi, “… kentsel kriz, ekolojik sorunun temelinde yer alan üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin ortaya çıkardığı daha genel bir krizin özel bir biçimidir.”

Bu bağlamda, kentsel yaşam kalitesi kavramını, özellikle Türkiye gibi kentsel sorunları “kriz” noktasına gelmiş bir ülkede değerlendirmek ve yorumlamak hiç de kolay olmayabilir. Temel insan hak ve özgürlükleri ile birlikte, dayanışma hakları arasında sayılan “çevre hakkı” kavramı, ardından “kent hakkı” anlayışı, çağdaş ve yaşanabilir bir çevre, planlı kentsel mekanlar kentsel yaşamın standardlarını artırmada birer girdi olarak ele alınabilir. Ancak, sorun tek başına iyi tasarlanmış konutların üretilmesi ya da içme suyunun temini veya çöplerin düzenli toplanmasında yatmamaktadır. Tüm bunların yanında veya öncesinde kentin işlevlerini nasıl yerine getirdiği sorusuna yanıt verilerek, kentte yaşayan insanların toplumcu bir tarzda demokratik geleneklere sahip olmaları ile bağlantı kurulmalıdır.

Kentlerde köklü bir değişim yaşanabilmesi, birçok kent bilimcinin de ortaya koyduğu üzere ancak toplumcu bir kent modeli ile olanaklı görülmektedir.

Kentlerde yaşanan çevre sorunlarının giderimi için öncelikle düşünsel bir devrimin gerçekleştirilmesi gereği açıktır. Bu düşünsel devrim, hayatın her alanında yaratacağı değişim ve dönüşümle birlikte,bu noktada özellikle üretim ilişkilerini ve yaşamı dönüştürdüğü oranda, kent “kentlilere” ait bir yerleşim olmaya başlayacaktır. Kentlerin, insanların birlikte ürettiği, bölüştüğü, tükettiği ve eşitliğin egemen olduğu, kollektif mekanlara dönüştüğü bir süreç, doğa merkezli politika ve yaklaşımlar için de olanak sağlayacak, böylece birçok sorunun yanında çevre sorunları da çözülebilecektir.

Bugün,dünya nüfusunun yarısını barındıran kentlerin planlaması, mimarisi ve çevre sorunları ile mücadele etmek ayrı bir önem taşımaktadır.Kentsel ve çevresel sorunların çözümü, bazı çevrecilerin ileri sürdüğü gibi yalnız “doğa merkezcilikte” ya da doğa romantizminde yatmamaktadır.Kentler, sistemin yarattığı (kapitalist üretimin) sorunlarla karşı karşıya bulunurken, bir yandan da toplumsal yaşamın vazgeçilmez unsurları olmaya devam etmektedirler.Bu durumda, sosyalist düşüncenin ve sosyalizme inanan insanların devrimci ekolojiyi ve kentbilimde devrimci çalışmayı önlerine acil hedef olarak koyması gereği açıktır.

KAYNAKÇA

    * Ağaoğulları, Mehmet Ali, Kent Devletinden İmparatorluğa, İmge Kitabevi, Ankara,1994.
    * Aksakal Pertev, Bir Yerel Yönetim Deneyimi, Simge Yayınevi, İstanbul,1989.
    * Aslanoğlu, Rana, Kent, Kimlik ve Küreselleşme, Asa Yayınları, Bursa,1998.
    * Braudel Fernand, Uygarlıkların Grameri, İmge Kitabevi Yayını, Ankara, Nisan 1996.
    * Castells Manuel, Kent, Sınıf, İktidar, Çeviri: Asuman Erendil, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara,1997.
    * Çevre Durum Raporu 2008, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Haziran 2008.
    * Erder, Sema, “ Göç, Yerleşme ve Çok Kültürel Tanışma”, Kentte Yarılma, Birikim Dergisi, Temmuz 1999.
    * Harvey, David, Sosyal Adalet ve Şehir, Çeviri: Mehmet Moralı ve Sabir Yücesoy, Metis Yayınları, İstanbul, Mart 2003.
    * Gürel, Birgül Ayman, Yerel Yönetimler – Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, TODAİE Yayını No: 280,Ankara, Mart 1998.
    * Kartal Kemal, Ekonomik ve Sosyal Yönleriyle Türkiye’de Kentlileşme, Adım Yayıncılık, Ankara, Mart 1992.
    * Keleş Ruşen, Kentleşme Politikası, 5.Baskı İmge Kitapevi Yayınları, Ankara 2000.
    * TUİK, Belediye İçme ve Kullanma Suyu Temel İstatistikleri, Ankara, 2004.

 Not: Teknik Emek Dergisinin  Şubat-Mart 2009 Tarihli 4. Sayısında yayınlanmıştır.
 


Spread the love