Kendi hesabına çalışma bir rüyaydı, şimdi ise bir kabus – Peter Fleming*
Spread the love

Kendi patronumuz olma rüyası, kendi hesabına çalışıyor olmanın ekonomik özgürlüğe çıkan bir yol olabileceğine inanan tüm inşaat işçileri, IT danışmanları, hemşireler ve kuryeler için nasıl oldu da böylesine kötü bir işe dönüştü?

Kim kendi patronu olmak istemez? Sanayi kapitalizminin şafağından beri geçim kaynağımız üzerindeki bağımsızlığımızı kazanmak pek çok işçinin hayali oldu. Ne yapacağının işverenler tarafından söylenmesi, hayır dediğimizde ne olacağı korkusu yerine, bu, ipleri elimizde tutma ve işleri ne zaman ve nasıl halledeceğimize dair karar verme şansıydı. Hayatını kazanmak daha kolay ve daha keyifli olabilirdi…

Eğer rüya buysa, kâbusa hoş geldiniz.

Kendi hesabına çalışma birçok ekonomide yükselişte. Birleşik Krallık’ta 2002’den beri şaşırtıcı bir biçimde yüzde 45 büyüdü. Ama bit yeniği de burada. Bir sonraki ultra zengin Richard Branson olma şansı oldukça zayıf. Son zamanlarda yapılmış bir araştırma, kendi hesabına çalışan ortalama bir üstlenicinin (taşeron) bugün 1995’ten daha az para aldığını ortaya çıkardı.

Kendi patronumuz olma rüyası, kendi hesabına çalışıyor olmanın ekonomik özgürlüğe çıkan bir yol olabileceğine inanan tüm inşaat işçileri, IT danışmanları, hemşireler ve kuryeler için nasıl oldu da böylesine kötü bir işe dönüştü? Sorunun yanıtı kısaca neoliberalizm.

Milton Friedman ve Gary Becker gibi bu gelenekten ekonomistler, bireysel olarak serbest piyasada rekabet eden herkesin mini-şirketler gibi davranması gerektiğine inandılar. Çalışanlar tek kelimeyle örtük kapitalistlerdi. Friedman bu kavramla büyülenmişti. Belki de, üretim araçlarına el koymaya dair eski Marksist slogana esaslı bir yanıt bulmuştu. İşçilerin zaten kendi üretim araçlarına sahip olduğu sonucu çıkarsa, emek ve sermaye arasındaki gerilim de büyülü bir biçime ortadan kaybolurdu. İşte böyle.

Friedman tabii ki hatalıydı ama bu, fikrinin 2000’lerden sonra durmaksızın büyük bir rağbet görmesini engellememişti. Aniden, serbest süper-geçici çalışanların (supertemps) ve yaratıcı freelance çalışanların eski endüstrileri capcanlı bilgi ekonomilerine dönüştürdükleri “Kendi Hesabına Çalışan Ulusu”nda yaşıyor olduk. Ve bu süreçte bir servet edindik… Evdeki anneler veya “iş anneleri” ve hatta çocuklar, herkes potansiyel bir girişimciydi.

Maalesef, insanları kendi hesabına çalışan olarak yeniden sınıflandırma girişimi çok basit bir formülü izliyor: Emek maliyetlerini düşürmeye ve daimi işgücündense taşeronları kullanan işletmelerin kârlarını maksimize etmeye yardım ediyor. Buna Uber, Hermes, üniversiteler ve pek çok diğer organizasyon da dahil.

İşletme mantığı bir hayli acımasız. Eğer kendi hesabına çalışıyorsan, temel emeklilik primleri ve hastalık ödeneği bir yana dursun normal bir işverenin karşılayacağı bütün maliyetler, eğitim, iş kıyafetleri ve taşıtlar dahil, senin tarafından ödenmek zorunda. Bir üstlenici, bir firma için fiili biçimde kalıcı olarak çalıştığında dahi bu böyle.

Yorkshire’deki bir Hermes kuryesi yakın zamanda yaşadığı tatsız bir durumu anlattı. Diğer bir taşeronun eğitimi için, ücret almadığı iki gün harcamıştı. Bordrodaki gelirini, giderler düşülmeden saatte 4 sterlin olarak hesaplamıştı. Ve bu giderleri denkleme dahil ettikten sonra iç açıcı olmayan gerçek netlik kazanıyor:

Hermes modeli tüm riskleri “bağımsız” kuryeye yüklüyor, ancak potansiyel ödüller tamamen sınırlandırılmış. Paketlerden, sistemdeki herhangi bir sorundan, arabanızdan, tatil zamanı ödemelerinizden, sağlık sorunlarınızın masraflarından siz sorumlusunuz. Bu yerel kurye, yerel bir postacının çalışırken yaralanması sonucundan elinden ameliyat olduğunu öğrenmiş. Beş hafta işe gitmediği sürede hastalık ödemesi almış. Hermes kuryeleri herhangi bir hastalık ödemesi almazlar. Posta işçileri, kuryelerin durumuna üzüldüğü için sık sık onlara yardımda bulunurlar. Hermes kuryelerinin haksızlığa uğradığını bilirler.

Sorun şu ki, birbiri ardına gelen hükümetler, neoliberal ekonomistlerin hararetli bir biçimde dillendirdiği “girişimci toplum” propagandasını yutmaktalar. Sonuç olarak, daimi işçileri koruyan yasalar ve düzenlemeler burada uygulanmamakta. Asgari ücret dahi yok. Bu durum açık bir biçimde işverenler tarafından istismar ediliyor.

Büyük ucuz havayolu şirketlerinden birinin, pilotları kendi hesabına çalışan yükleniciler olarak işe alması manşetlerden düşmediğinde, çoğu kişi yüksek eğitimli profesyonellerin de sıfır-saat sözleşmelerine tabi tutulmasına şaşırdı. Bu eğilim sadece bir barda yarı-zamanlı çalışan üniversite öğrencisini değil aynı zamanda ticari jetleri uçuranları da etkilemekteydi.

Bu konudaki en rahatsız edici husus, pilotların, hasta veya yorgun olmalarına bakılmadan, çalışmak zorunda kalmaları nedeniyle maruz kaldıkları stres miktarıdır. Diğer türlü, ücret alamayacaklardı. Pilotlar, diğer çalışanlardan “güvenlik dilekçesi” için imza toplayarak duruma karşı çıktılar. Bunun üzerine üst yönetim bir uyarı yayımladı: “Bu sözde güvenlik dilekçesine dahil olan herhangi bir pilot, görevi kötüye kullanmaktan suçlu bulunacak ve işten çıkarılmasından sorumlu olacaktır.”

Belki de bu mesaj kendi hesabına çalışanlar hareketini parçaladı. Bu tamamen güç meselesi. Bazıları zirveye ulaşabiliyorken çoğu işçi kendisini oldukça az hak ve korumayla, yanı sıra daha düşük ücretle işverene tehlikeli bir şekilde bağımlı buluyor.

Ne yapılabilir? Aslında pilotların doğru bir fikri vardı. Şu anda oldukça eşitsiz olan güç ilişkilerini yeniden dengelemenin tek yolu kolektifleştirmek. Deliveroo ve Uber’deki işçiler benzer sonuçlara ulaştılar.

Sözde “gig ekonomisi”[1], moda grafik tasarımcıların Shoreditch’teki bir kafeden dizüstü bilgisayarlarıyla çalışmaları gibi, kulağa çekici ve eğlenceli geliyor. Ne yazık ki, bu, çoğunluğu iki yakasına bir araya getirme mücadelesi verenler için kötü bir işe dönüştü. İşçilerle kapitalizm arasındaki çatışma ortadan kalkmadı. Daha da kötüye gitmiş olması ise muhtemel.

Dipnot:

[1] Müzik sektöründen gelme bir terim olan Gig “kısa süreli iş” anlamında kullanılıyor. Gig ekonomisi, freelance çalışanların yarattığı savlanan bir ekonomi modeli (ç.n.).

*The Guardian’daki İngilizce orijinalinden Umar Karatepe tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir


Spread the love