Haftada 39 saatten fazla mı çalışıyorsunuz? İşiniz sizi öldürüyor olabilir – Peter Fleming (Sendika.Org)
Spread the love

Uzun saatler, stres ve hareketsizlik sağlığımız için kötü; yine de her zamankinden daha sıkı çalışıyoruz. Buna karşı koyma zamanımız gelmedi mi?

Yeni bir stajyer grubu yakın zamanda New York’taki Barclays’e vardıklarında, e-postalarının gelen kutusunda kısa bir notla karşılaştı. Mesaj bankadaki süpervizörlerindendi ve “Ormana hoşgeldiniz” başlığını taşıyordu. Devamı ise şöyleydi: “Ofise bir yastık getirmenizi öneririm. Çalışma masanızın altında uyumayı çok daha fazla konforlu hale getiriyor… Stajyerlik gerçekte masa başında geçen dokuz haftalık bir yükümlülük… Bir stajyer, ailesinin bir araya geldiği bir buluşma için personelimizden bir haftasonu için izin istemişti, kendisine gidebileceği söylendi. Kendisinden aynı zamanda BlackBerry’sini teslim etmesi ve masasını toplaması da istendi.”

Bu (gayri resmi) kısa not şakacıktan yazılmış olsa da, basına sızdığında kimse gülmedi. Bank of America’da 72 saat art arda çalıştıktan sonra ölen 21 yaşındaki Londralı stajyer Moritz Erhardt’ın anıları hala tazeydi. Barclays de “çalışma etiğini” dehşet verici uçlara taşıyor gibi göründü.

30 yıllık neoliberal kuralsızlaştırmanın ardından, 9-5 çalışanlar geçmiş bir çağın kalıntıları gibi hissediyor. İşler sonu gelmez biçimde stresli ve giderek daha güvencesiz. Fazla çalışmak birçok şirkette beklenilen, hatta takdir edilen bir kaide haline geldi. Ofis dışında yaptığımız her şey -ne kadar ödüllendirici olursa olsun- usul usul kötüleniyor. Dinlenmek, hobiler, çocuk büyütmek ya da kitap okumak tembellik olarak görüldüğü için yadsınıyor. Çalışma mitolojisi işte bu kadar kuvvetli.

Teknolojinin bizleri günlük ağır işlerden azad etmesi gerekiyordu, fakat çoğunlukla her şeyi daha kötü yaptı: 2002’de çalışanların yüzde 10’undan azı ofis saatleri dışında işyeri e-postasını kontrol ediyordu. Bugün tabletler ve akıllı telefonlar sayesinde bu oran yüzde 50, çoğunlukla da yataktan çıkmadan hemen önce.

Bazı gözlemcilere göre günümüzde çalışanların “kapama tuşuna” asla basılmıyor. Tıpkı cep telefonlarımız gibi sadece günün sonunda, yatağa tükenmiş bir halde kıvrıldığımızda, bekleme moduna geçiyoruz. Bu sürekli mutsuzluk, tatiller söz konusu olduğunda daha da belirginleşiyor. Dünyanın en zengin ekonomilerinden biri olan ABD’de, çalışanlar yılda iki hafta izin alabildikleri için şanslı.

Bu çılgın aktivitenin neredeyse doğrudan biyolojik korunumla ilgili olduğunu ve o olmaksızın hepimizin açlıktan öleceğini düşünebilirsiniz. Gün boyu sıkış tıkış bir ofiste aptal e-postalar yazmak önceki çağın avcılık ve toplayıcılığıyla karşılaştırılabilirmiş gibi… Neyse ki, büyük değişim gerçekleşiyor. Fazla çalışmanın bedeli artık daha fazla göz ardı edilemez. Uzun vadeli stres, kaygı ve sürekli hareketsizlik potansiyel katiller olarak görülüyor.

Columbia Üniversitesi Tıp Merkezi’ndeki araştırmacılar, 45 yaş üstü 8 bin çalışanı izlemek için aktivite takip cihazları kullandılar. Bulgular çarpıcıydı. Her bir günün uyanık geçen süresi boyunca hareketsiz geçirilen zaman ortalama 12,3 saat. Günün 13 saatten fazlasını oturarak geçiren çalışanlar ise günde 11,5 saat hareketsiz olanlara göre erken ölmeye daha meyilli. Araştırmacılar ofiste uzun süre oturmanın sigara içmekle benzer etkilere sahip olduğu ve sağlık uyarısına tabi tutulması gerektiği sonucuna vardı.

Londra Üniversite Akademisi’ndeki (UCL) araştırmacılar çoğunlukla orta yaş kadın ve erkeklerden oluşan 85 bin çalışana baktıklarında fazla çalışma ile özellikle kalp ritim bozukluğu ve atriyal fibrilasyon gibi kalp krizi ihtimalini 5 kat artıran kalp ve damar sorunları arasında bağlantıya rastladılar.

İşçi sendikaları da aşırı çalışmaya dair endişelerini giderek daha çok dile getiriyorlar. Özellikle de bunun ilişkiler üzerindeki, fiziksel ve mental sağlık üzerindeki etkilerini. Almanya’daki IG Metall sendikası örneğine bakın. Geçen hafta (Porsche gibi firmalar için araba parçaları üreten) 15 bin işçi greve giderek ücretler ve şartlar sabit kalmak koşuluyla 28 saatlik çalışma haftası talep etti. Söylediklerine göre bu grev miskinlikten değil, kendini korumadan kaynaklı idi; zamanından önce ölmek istemiyorlardı. Bilim de onlardan yana; Avustralya Ulusal Üniversitesi’nin araştırması hangi işte olursa olsun haftada 39 saatten fazla çalışmanın sağlık açısından risk oluşturduğunu yakın zamanda bulguladı.

Sağlıklı ve makul bir çalışma düzeyi mevcut mu? ABD’li araştırmacı Alex Soojung-Kim Pang’e göre günümüz çalışanlarının çoğu günde 4 saate kadar verimli; geri kalanı şişirme ve devasa miktarda üzüntü. Pang’e göre mesai saati, yaşam ya da refah standartlarını düşürmeksizin kısaltılabilir.

Diğer çalışmalar da bu gözlemi destekliyor. Örneğin, İsveç hükümeti huzurevi hemşirelerinin günde altı saat çalıştığı ve buna rağmen sekiz saatlik maaş aldığı bir deneyi fonladı. Sonuç? Daha az hastalık izni, daha az stres ve üretkenlikte ciddi artış.

Tüm bunlar esasen cesaret verici. Ancak bu araştırmaların neredeyse tümü soruna sayısal açıdan yaklaşıyor: her gün, her yıl çalışmaya harcanan zaman… Biz bunun bir adım daha ötesine geçmeliyiz ve ücret karşılığı çalışmanın koşullarına bakmalıyız. Bir iş berbatsa ve aşırı derecede stresliyse birkaç saati dahi varoluşsal bir kabusa dönüşebilir. Örneğin hafta sonu arabası ile uğraşmayı seven biri bunu kısa süreli dahi olsa büyük bir fabrikada yapmayı katlanılamaz bulabilir. Fabrikadaki bu aktivite özgürlük, yaratıcılık ve beceriden arındırılmış olabilir. Bir anlık rahatlamadan ziyade dışarıdan dayatılan angaryaya dönüşür.

Bu neden önemli?

Çünkü eğer işler tabiatı gereği kişiyi haklarından mahrum ediyorsa konu sağlık olduğunda sadece çalışma saatlerini azaltmanın bir şeyi değiştirmemesi gibi bir tehlike mevcut. İşleri akıl ve ruh sağlığına daha uygun hale getirmek için daha az çalışma olmazsa olmaz. Aynı şekilde hiyerarşilerin daha az otoriter olduğu, görevlerin daha çeşitli ve anlamlı olduğu daha iyi işler de gerekli.

Maalesef kapitalizm böylesine işleri yaratacak bir başarı geçmişine sahip değil. YouGov tarafından yapılan bir ankete göre Britanyalıların üçte birinden fazlası işlerinin anlamsız olduğunu düşünüyor. Ve moral böylesine düşük olduğunda işverenin onlara kaç tane spor salonu kuponu, farkındalık programı ya da organik meyve sepeti sağladığının bir önemi yok. Kendini işe en çok adayan çalışan dahi bir şeyin esaslı eksikliğini hissedecektir: Hayatın.

[Guardian’daki İngilizce orijinalinden Deniz Özge Gürsu tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]


Spread the love