Bizim de bu hayattan bir arzuhalimiz var bayım: İstanbul Sözleşmesi- Nihal Tanbay
Fotoğraf: Gençlik Komiteleri
Spread the love

Bir süredir belleğin üzerine beton dökülerek hafızanın mekan üzerinde nasıl silinmeye çalışıldığını konuşuyorken kötü bir şaka gibi Pınar Gültekin cinayetini öğrendik. Üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’i eski sevgilisi öldürdü, beton dökerek yok etmek istedi. Sanki ülke büyük bir matruşka ve her an içinden bir diğerinin bir benzerini çıkarmaya hazır bekliyor. Cinayetin şekli de ait olduğu dönemin bütün karakteristiğini yansıtıyor. Yak, yık, yok et ve üzerini ört. Bunun son olarak bir kadın kimliğinde vücut bulması ayrıca insan oluşumuz üzerinden çok daha yıkıcı ve yaralayıcı çünkü duygudaşlık kurduğumuz şey hayatımız. Yani yaşama hakkının üzerine beton dökülmesi. Bunu söylerken belirtmeden geçemiyorum. Ne Dersim’deki keçinin, ne Eskişehir’deki geyiğin, söküp atılan fidanın, ne kedinin, ne kuşun, ne köpeğin yaşam hakkından azade hayatımız. Yaşam hakkının kutsallığını da Selçuk Kozağaçlı çok güzel anlatmıştı: “Yaşamın kendisi değil kutsal olan. Kutsal olan, adil yaşam. Kutsal olan, onurlu bir yaşam. Kutsal olan, güvenli bir yaşam. Kutsal olan, haysiyet sahibi bir yaşam. Yaşamın kendisi değil, sırf yaşamak değil kutsal olan.”

Her an ülkenin herhangi bir yerinden küçüklü büyüklü iktidar temsili olaylara tanık oluyoruz. Davranış biçimlerinin hoyratça bir umursamazlıkla birbirine benzemesi, kadın cinayetlerinin ya da erkek şiddetinin politik olduğunu ispatlıyor bir yandan.

Kadına yönelik şiddetin kadınlar ile erkekler arasındaki eşit olmayan güç ilişkilerinden, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıktan kaynaklandığını kabul eden ve bu verili durumu temel alarak oluşturulan bir sözleşme İstanbul Sözleşmesi. Bu sözleşme öncelikle kadınların insan haklarından olduğu gibi yararlanmasının önündeki en büyük engel olan kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve güç ilişkilerinin eşitlenmesi için kadınların desteklenmesini amaçlıyor.

Bu sözleşmeyi bu kadar önemli kılan nedir?

Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girdi. İstanbul’da imzalandığı için İstanbul Sözleşmesi olarak anıldı. Kadına yönelik şiddet konusunda devletleri bağlayıcı gücü olan ilk uluslararası sözleşme olup ilk imzacısı da Türkiye’dir. İstanbul Sözleşmesi özetle şu konuları garanti altına alır: Kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi, durdurulması, faillerin kovuşturulması, yargılanması ve cezalandırılması.

Bu sözleşmenin amacı şöyle sıralanmıştır:

a- Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak;

b- Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dahil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli
ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak;

c- Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak;

d- Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini
yaygınlaştırmak;

e- Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak.

Sözleşme kapsamında ‘kadına karşı şiddet’, ‘aile içi şiddet’, ‘toplumsal cinsiyet’, ‘kadınlara karşı toplumsal cinsiyete dayalı şiddet’, ‘mağdur’ ve ‘kadın’ terimlerinin ne demek olduğu tanımlanmıştır. Son günlerde İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin tartışılmaya başlanması yılların kazanımı olan bir mücadelenin maalesef iktidar eliyle kadınların cinsiyet ayrımcılığına tabi tutulduğunun açık beyanı olmuştur.

Bütün bu tartışmaların odağında olan sözleşmenin feshi isteği eşcinselliğe özendirdiği, erkeği evden uzaklaştırarak aile yapısını bozduğu, cinsiyet eşitliği projesiyle sosyal yapımızı çökerttiği gibi tamamen erkek egemen ve heteroseksist bir dil, bakış açısı ve tutum taşıyor. Bu istek, kazanılmış hakların kadınların elinden alınması üzerine kurulu yeni toplum dizaynında kadının sosyal hayatın dışına itilmesine yönelik bir tutumun izlerini taşır. Üstelik bir hayatın bütün unsurlarını aynı samimiyet ve haklarla ayakta tutmayı büyütmek üzerine aşağıdaki gibi bir maddesi varken!

Madde 4-‘te şöyle der; “Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir. “

Yakın zamanda diyanetin şiddet gören kadına, susup kocasına akşam güzel yemekler yapmasını salık vermesiyle bu sözleşmenin pek uyuşmadığı ortada. Kadına yönelik şiddetin büyük kısmı eşit olmayan güç ilişkilerinden, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıktan besleniyor. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için en başta kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsizliği besleyen toplumsal cinsiyet rollerinin ve önyargıların ortadan kaldırılmasına yönelik politikaların hayata geçirilmesi gerekiyor. Fakat devlet kurumları kadına yönelik şiddetin önüne geçecek şekilde failleri cezalandırmıyor. Töre cinayetlerine karşı sus pus olunmasının, cezai indirimlerin tıpkı bir siyasi tutum olması gibi, yasalarla güvence altına alınmış hakların siyasi iradeyle engellenmesi de söz konusudur. Böylelikle yeni toplum dizaynında kadınlara yerleri gösterilmektedir: ‘Görünmez ol, başına bir şey gelmesin. Yoksa ben yanında değilim.’ Bize dikte edilen şey karşısında daha az güvende hissedip daha fazla erkeklere bağımlı hale gelmemiz isteniyor. Anayasal haklarımıza rağmen hayatta kalma garantörümüzün de “erkek” olması bekleniyor ki bu büyük ironidir. Şiddet vakalarına baktığınızda şiddetin kadının en yakınları tarafından uygulandığını kolayca görebiliriz.

Güvenli yaşam hakkımız uluslararası bir sözleşmeyle güvence altına alınmış iken siyasi iktidar bu sözleşmeyi feshetmeyi konuşuyor.

Gitgide daha belirginleşen diğer bir olgu da siyasilerin dillerinin toplumda bir karşılık bulması ve bu dilden şiddetin beslenmesi konusu. Medya eliyle yaygınlaştırılan, yargı eliyle aklanan bu dil gitgide şiddet dinamiğini büyütmekte ve neredeyse makbul davranış haline dönüştürmektedir. Her şiddet olayının sonrasında haber diliyle başlayarak ilk sorgulananın ‘o esnada kadının ne yapmakta olduğu’ fikri hem şiddetin hem de faili olan erkeğin aklanması çalışmalarının da ilk adımı oluyor.

Bütün bu iradi politik girişimlere sadece ahlaki boyutta bakmak çok doğru değil. Gitgide büyüyen işsizlik, konut sorunu ve yoksullaşmanın beraberinde getirdiği ekonomik sıkıntıların giderilmesinde siyasi iktidar toplumun yarısı olan kadını eve hapsederek, iradesini çalarak, ‘iş bulma, konut edinmesini sağlama ve yoksulluğunu giderecek ekonomik tedbirler alma’ sorumluluğunu bırakarak ve hedefi başka bir yana yönlendirerek kaçmaktadır. Erkeklerin işsizliklerinin nedeninin kadın istihdamının artması olarak görülmesi gibi. Nitekim bir erkek şöyle diyebilmektedir: “Benim çalışmam gereken yerde kadın çalıştığı için işsizim!”
Diğer yandan aile içi şiddete karşı kadın ve çocukları koruyan programları uygulamak üzere bütçe ayırmak yerine kadına şunu söylemektedir: “Kocandır yapar.” Kadının işsizliğe mahkum edilip sonrasında şiddet de görse ayrılamaz hale gelmesi de aynı ekonomik yaptırımdan gelir. Çalışan kadınların çocuklarına kreşler açarak çalışmasının desteklenmesi yerine kadının çok daha az kazanmasını görmezden gelerek mecburen işinden ayrılıp çocuklarına bakan hale gelmesi istenmektedir. Kadınların kanunlarla korunması gereken hakları için yargı organlarının işini doğru yapmasının sağlanması yerine devlet “baba” olarak koruyuculuğa soyunmaktadır. Sonuç olarak kadınlar sadece kocasının değil siyasi iktidarın da kullanışlı köleleri haline getirilmektedir.

Bilinçli ve sistematik yollarla yolumuza taş konulması, çelme takılması karşısında elbette bizim de birkaç sözümüz olacak. Ulrike Meinhof şöyle demişti: “Ya sorunun bir parçasısınızdır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu kadar basit bu ve yine de çok zor.” Siyasi iktidar sorunun bir parçası olmayı acilen bırakmalı ve çözümün parçası olmayı seçmelidir.

Bizim de bu hayattan bir arzuhalimiz var bayım!
Nihal Tanbay – Makina Mühendisi

İlk fotoğraf: Gençlik Komiteleri


Spread the love